Hasan ÖZTÜRK- Gümülcine ve İskeçe, Batı Trakya’nın iki merkezi.
Aralarında tatlı bir rekabet de yok değil.
Lakin iki şehir de bir Anadolu şehrinden farksız. Hele şehir merkezleri tam da Osmanlı kentlerinin ana karakteristik özelliklerini taşıyor.
İskeçe’deki mihmandarımız Rıdvan Delihüseyinoğlu, genç bir siyasetçi. Etkili hitabeti siyasal konulara vakıf oluşu aynı zamanda çarşının orta yerindeki ticaret hanesi ile halkın içinde. İskeçe meydanında yürürken bir sağımıza bir solumuzu selamlayarak, hal hatır sorarak ilerliyoruz.
Rıdvan, her fırsatta “Ben Şahin’denim” diyerek köyüne atıf yapıyor. Şahin köyü İskeçe’nin kanaat önderlerinin yetiştiği önemli bir merkez.
Ve benim yıllardır duyup da göremediğim “İskeçe Müftülüğü”nün kapısını çalıyoruz.
Batı Trakya’nın özel konumu buradaki unvanları da anlamlı kılıyor.
İskeçe Müftüsü Ahmet Mete’nin makamında “soğuk kahve” içerken konumuz elbette“Türkiye’nin Batı Trakya’ya yaklaşımı” oluyor.
Müftü Ahmet Mete hem dertli, hem umutlu…
Hem eleştirel, hem pozitif yaklaşımlarla konuyu anlatıyor.
Benim bu ziyaretten anladığım, Batı Trakya meselesi Türkiye’ye yerel kaynaklar ve yerel aktörlere rağmen yol almaya çalışıyor!
Yanılıyor olabilirim. Lakin anlayabildiğim kadarıyla, devlet imkanlarını kullanma gücündeki aktörlerin yerel aktörlerle daha çok istişare yapmak gibi bir zorunluluğu var..!İskeçe Müftüsü Mete düzenledikleri bir sünnet şölenini anlatırken bir çocuğun sevinçle kurduğu cümleden bahsetti.
“Sünnet olan çocuk, ben Türk oldum diyerek sevinç çığlıkları atıyordu” dedi Müftü Mete..!
Buralarda Türklük ile İslamlık aynı!
Müftü Ahmet Mete’den müsaade isteyip şehirde kısa bir tur atıyorum.
Osmanlı’nın o muazzam medeniyet perspektifieski İskeçe’ye de yansımış.
Gözü yormayan iki, üç katlı konaklar…
Cumbalı evler…
Mescitler, camiler..!
“Kavala kurabiyesi İskeçe’de yenir” diyor Rıdvan Delihüseyinoğlu!
Tertemiz bir dükkanın kapısından içeri adım attığımızda “hoş geldiniz” diyen hanımefendi tarafından karşılanıyoruz.
Tezgahın arkasında başında yaşmağı elinde teşbihiyle bir nine oturuyor.
Selam verip hal hatır soruyoruz, kurabiyelerin lezzetine bakıyoruz.
Ninenin dilinde o bildik dua, “Allah devlete millete zeval vermesin” devlet dediği Türkiye, millet dediği büyük Türk milleti!(Türklükten kasıt anasırı İslam malum!)
Kavala kurabiyelerimizi, İskeçe’den alıp, yola koyuluyoruz.
Hedefimizi, Kavala, Selanik ve oradan elbet Makedonya.
Doğu’dan Batı’ya yol alırken Batı Trakya topraklarında, sağımızdaki Balkan-Rodop dağlarının eteklerinde kurulu Türk köylerini uzaktan izliyorum.
Beyaz badanalı evler, küçük minareli camiler siluetin ana karakterleri!
Kavala’dan sadece tek cümle ile söz etmek isterim.
Türkiye’de şehirler nasıl çarpıklaşmışsa, Kavala’daki o tarihi dokunun etrafı aynı şekilde çarpıklaşmış.
Selanik bildiğimiz İzmir.
Büyük bir şehir, hem ticaretİ; hem fabrikalarıyla.
Lakin Türkleri Kavala ile geride bırakmış oluyorsunuz Batı Trakya’da..!
Makedonya sınırına ulaştığınızdaysa Vardar nehrine kurulu köprüden geçip genç ve öykünen bir devlete merhaba diyorsunuz.
Selanik’te bir tuhaf dışişleri görevlisi
Tam burada, Dışişleri Bakanlığı’na bir şikayette bulunmak istiyorum.
Selanik’e gidip de Mustafa Kemal’in doğdu evi görmemek olmaz düşüncesine kapıldım nedense.
Sağ olsun bir Yunanlı hanımefendi, hiç yüksünmeden yolu tarif etti.
Evi buldum bulmasına da arkasındaki küçük otoparka aracımı park ederken başıma tuhaf bir hal geldi.
Polis memuru bana bir şeyler anlatmaya çalışırken, birden bir sivil belirdi yanımda. Polise bir şey söyledikten sonra bana dönüp, “Buraya park yapamazsınız” dedi.
Ben de sadece 5 dakika duracağımı ve hemen ayrılacağımı söyledim.
Sivil beyefendi çok tuhaf hareketlerle, bu kez de aracımı biraz daha geriye park etmem gerektiğini zira kendi aracının bu şekilde otoparktan çıkamayacağını söyledi.
Dayanamadım, yanına kadar gidip, “Siz kimsiniz, ne yaparsınız burada” diye sordum.
Arkadaş, Türkiye Cumhuriyeti’nin Selanik Konsolosluğu’nda “sekreter”miş!
Bir Yunanlının gösterdiği özenin onda birini bile kendi vatandaşına gösteremeyen, beni görünce (malum sakallı bir adamım) “öcü görmüş” gibi yüzünü buruşturan; bu haliyle oldukça “itici” olan bu zatı muhteremi buradan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na, şikayet ediyorum.
Dışişleri personelinin görevlerinden biri de yurt dışındaki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına yardımcı olmak ve onlara tepeden bakmamaktır öyle değil mi?
Lakin bu herif, Mustafa Kemal’in doğdu evin arka bahçesindeki otoparkı kendine tahsis edilmiş park; Konsolosluğu kendisine tahsis edilmiş mülk; Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını da kendisinin hakir göreceği insanlar olarak algılamış görünüyor!
Birisi ona “eski Türkiye’nin” artık olmadığını anlatsın!