Cumhuriyet Döneminde Türkiye-Balkan

Özel Dosyalar
İçeriği Paylaş

Mustafa Kemal önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyetinin dış politikası barışçıl esaslara dayanmaktaydı. 1923’de gerçekleşmiş olan Lozan Antlaşmasından itibaren Türkiye, Balkan ülkeleri ile kurduğu diplomatik ilişkilerde hep yapıcı olmaya çalıştı.
30 Ocak 1923’te imzalanan bir antlaşma ile Yunanistan’da bulunan Müslüman-Türklerle Türkiye’de bulunan Rumların değiş tokuşu kararlaştırılarak, değiştirilecek kimseler ve mübadele koşulları da saptandı. Ancak antlaşmanın uygulanması aşamasında sorunlar çıktı. Antlaşmaya göre, İstanbul’daki Rumlarla Batı Trakya’daki Türkler mübadele dışında bırakılıyordu. Fakat bunları saptamak sorun oldu. İki ülke arasındaki iyi ilişkilerin kurulmasını engelleyen bir başka konu da Patriklik konusudur. Lozan’da İsmet Paşa, Patrikliğin Türkiye dışına çıkartılmasını isterken, Batılılar Türkiye’de kalması için ısrar ettiler. Neticede “siyasetle uğraşmamak” koşuluyla patriğin İstanbul’da kalması konusunda sözlü olarak antlaşamaya varıldı. Ancak 1924’te boşalan Patrikliğe seçilen kişinin mübadele kapsamında olması yeniden sorun oldu. Bu sorun 1925’te yeni Patriğin atanmasıyla halledildi.
Aralık 1923’te Arnavutluk ile diplomatik ilişkiler kuruldu. Ekim 1925’te Bulgaristan ve Yugoslavya ile birer dostluk antlaşması yapıldı. Bu arada Romanya ile de bir antlaşma gerçekleştirildi.
1928 yılında Arnavutluk’ta ilan edilen monarşi yönetimi Türkiye desteklemedi. Aynı tarihte daha önce yapılan Ankara Antlaşması doğrultusunda Bulgaristan’dan 11.000 kişi Türkiye’ye göç etti. Yugoslavya’daki Müslümanların ev ve arazilerine Sırp yönetimince el konulması gibi uygulamalar karşısında Türk yönetimi, bu malların belli bir para ile telafi edilmesini istiyordu.
“Ahali Mübadelesi” sorunu Türk-Yunan ilişkilerinde gerginliğe yol açarken, Yunanistan’ın “Anadolu Macerasında” uğradığı yenilgiyi hazmedemeyerek Türkiye’ye karşı bazı girişimleri destekler görünmesi ilişkileri daha da soğuttu. İtalya ve Yunanistan arasında Türkiye’ye karşı yapılmış bir gizli ittifak bulunduğuna ilişkin kanıtlar ve Yunan Adalarında Türkiye’ye çıkarak isyan başlatmaya çalışan maceracılar, Türk yöneticilerinin Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı iyi niyetli olmadığına inanmalarına yol açtı. Ancak 1930’a gelindiğinde, Bulgaristan’daki değişimci politika Türk-Yunan yakınlaşmasını sağladı. Türk-Yunan yakınlaşmasını hazırlayan bir diğer etmen de Atatürk’ün izlemeye başlayacağı Balkan politikası için Yunanistan ile uzlaşmayı ilk adım olarak görmesidir. İşte bu hava içinde Haziran 1930’da imzalanan antlaşma ile “Mübadele sorunu” halledilebildi. Venizelos’un Türkiye’yi ziyareti esnasında iki devlet arasında; Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaşma ve Hakem Antlaşması; deniz kuvvetlerinin sınırlandırılmasına ilişkin protokol; İkamet, Ticaret ve Ulaşım sözleşmesi imzalandı (30 Ekim 1930).
I.Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan uluslararası düzenden hoşnut olmayan “değişimci devletler” 1930’larda faaliyetlerini artırdılar. Bu dönemde uluslararası bunalımlar karşısında Milletler Cemiyeti çaresiz kaldı. ABD’nin hemen savaş sonrasında kendi kıtasına kapanması, Fransa’nın savunduğu sertlik politikasını destekleyecek gücü bulamaması ve belki de en önemlisi İngiltere’nin “bunalım benden uzak dursun da ne olursa olsun” tutumu içinde, Avrupa’da boy göstermeye başlayan faşist saldırganlık ve yayılmacılığı Doğu Avrupa’ya yönlendirmesi şüphesiz Alman ve İtalyan revizyonizmini güçlendirdi. İşte böyle bir ortamda o günkü düzenin değişmesinden yana olan ve değişime karşı olan devletler olarak iki kampa ayrılmaya başlıyordu. Böyle bir ortamda Atatürk yönetimi, Türkiye’nin sınırlarını kabul ederek, ülkeyi yeni maceralara sürükleyebilecek tutumlardan kaçınarak, uluslar arası hukuka ve işbirliğine saygı göstermenin yanı sıra, gerçekçi bir dış politikanın da yürütücüsü oldu.
Ekim 1929’da Atina’da tertiplenen Evrensel Barış Kongresi’nde, Balkan birliği kurulması teklif edildi. Bu doğrultuda; 5 Ekim 1930’da Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Türkiye, Yugoslavya ve Yunanistan temsilcilerinin katılımıyla ilk Balkan konferansı Atina’da gerçekleşti. Buradaki görüşmelerde; bir Balkan paktı hazırlamak, uyuşmazlıkların barış yoluyla çözülmesi, ekonomik, sosyal, kültürel birliğin sağlanması gibi kararlar alındı.
Balkan konferansının ikincisi Ekim 1931’de İstanbul’da yapıldı. Arnavutluk heyetinin katılımı Türkiye’nin Arnavutluk yönetimini tanıması olarak değerlendirilince, Türk Arnavutluk ilişkilerine yeni bir boyut kazandırdı. Üçüncüsü 1932’de, dördüncüsü 1933’de gerçekleşen konferansların ardından Türkiye-Yunanistan, Türkiye-Yugoslavya ve Türkiye-Romanya dostluk antlaşmaları gerçekleşti. Türkiye’nin etkin rol oynadığı bu gelişmeler sonrasında 9 Şubat 1934’te Balkan Paktı kuruldu. Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında imzalanan bu pakt, bir başka devletin saldırısı karşısında pakt üyesi ülkelerin toprak bütünlüklerinin ve siyasal bağımsızlıklarının korunmasını güvence altına alan ortak savunma antlaşmasıdır. Bulgaristan’ın saldırgan tutumu, Almanya ve İtalya’nın tutumları paktın oluşmasında etki eden faktörlerdendir.
Üye ülkelerin sınırlarını karşılıklı güvence altına alan Balkan Antantı bir ortak savunma ittifakı ve bölgesel bir yardımlaşma antlaşmasıydı. Balkan Antantı, bütün birlik iddialarına karşın, Almanların Balkanlarda gittikçe artan ekonomik ve siyasal etkisi (1934–1939), II. Dünya Savaşı sırasında Mihver Devletlerinin fiili saldırıları ve İtalyanların Arnavutluğu işgali karşısında sessiz kaldı. Sovyetlerin ve Macarların toprak talepleri karşısında da Romanya’ya hiçbir güvenlik sağlayamadı. Almanya ve İtalya’nın 1941’de Balkanları işgal etmesi üzerine, Balkan Antantı kendiliğinden dağıldı.
Lozan’da gerçekleşmiş olan Boğazlar Sözleşmesin de, Boğazların silahlardan arındırılmasıyla ilgili hükümler yer almaktaydı. Bu durum 20 Temmuz 1936 Montreux (Montrö) Boğazlar sözleşmesiyle yeniden düzenlendi. Sözleşmeyle Boğazların Türkiye tarafından silahlandırılabileceği kabul edilip, Boğazları denetleme yetkisi de Türk Hükümetine devredildi. Sözleşmeye Türkiye, Bulgaristan, Fransa, İngiltere, Japonya, Romanya, Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve Yunanistan imza attılar.
Ekim 1936’da Yugoslavya ile ticaret, denizcilik ve yapılanma antlaşmaları yapıldı. 1938 yılında Türk uyrukluların Türkiye’ye göç etmesiyle ilgili olarak Yugoslav yöneticileriyle görüşmeler olduysa da, netice alınamadı. Zira göçmenlerin arasına Türk olmayanlar da katılabilirdi.
Lozan Antlaşması gereği Yunanlılara bırakılan Batı Trakya’daki Türklerin hakları Yunanistan ile yapılan antlaşmalarla (1926 Atina, 1930 ve 1933 Ankara antlaşması ile) garanti altına alındı. Türkiye’ye kalan Trakya topraklarının ise askerden arındırılması öngörülmekteydi. Ulusal sınırlar içindeki egemenlik haklarının tam kullanılması amacıyla Türkiye bu kısıtlamayı aşma çabasını sürdürdü. Bu çabalarında karşılaştığı tek engel Bulgaristan oldu. Ama Türkiye başarılı bir diplomasiyle bu engeli de aştı. 1935’te Bulgaristan, Türkiye’yi askeri yığınak yaptığı için protesto ettiyse de, iki ülke arasında Kasım 1936’da Balkan askeri antlaşması yapıldı. Ağustos 1938’de Edirne “askerden arındırılmış bölge” olmaktan çıktı. Yılsonuna doğru Bulgaristan Türk alfabesinin okunmasına izin verdi. Ayrıca Türkler için tiyatrolar da açıldı.
10 Kasım’da Atatürk’ün vefatı, Balkan ülkelerinde de büyük üzüntü yarattı. Dünya Barışı için çaba harcamış olan Atatürk’ün vefatına basında geniş yer verilip, O’nun liderliği ve eserlerinden övgüyle bahsedildi.
II. Dünya Savaşı’nda amaç; savaşa katılmadan Türkiye’nin toprak bütünlüğünü korumak, maceracı bir politikadan uzak durmak ve büyük devletler arasında denge unsuru politikasını yürüterek saldırılarından korunmaktı.
Ekim 1940’da Almanya Romanya’yı işgal etti. Arnavutluk ve Yunanistan’a saldırmış olan İtalya’da ardından Mihver devletlerine katıldı. Ocak 1941’den itibaren Almanya’nın Balkan devletlerini tehdit eder biçimde Balkanlara inmesi, İngiliz Başbakanı Churchill’in Türkiye’nin savaşa katılmasını istemesine yol açtı. Churchill’e göre, Balkanlarda durumunu güçlendirdikten sonra Almanya “Türkiye’den Ortadoğu’ya geçit isterse” Türkiye bu baskıya boyun eğebilirdi. Churchill Türkiye’ye başvurarak, Türkiye’nin savaşa katılmasını her yönden destekleyeceğini bildirdi. Bütün girişimlere rağmen Türkiye savaş dışı durumunu korudu. Şubat 1941’de Türkiye Bulgaristan’la bir saldırmazlık paktı imzaladı. Bulgaristan’ı işgal etmiş olan Alman birlikleri Türkiye sınırına yaklaştılar. Mart ayında Bulgaristan Mihver devletlerine katıldı. Nisanda Yugoslavya, General Simoviç tarafından Almanya’ya bırakıldı. Alman işgaline uğramış olan Yunanistan’a “Kurtuluş” vapuruyla yardım gönderildi. 1942 Ağustosunda “Dumlupınar” gemisiyle son yardım malzemesi gönderildi.
II. Dünya Savaşından sonra Batı dünyası ile devam ede gelen yüzyılların çelişki ve savaşı, Türkiye açısından, yerini uyum ve anlaşmaya bıraktı. II. Dünya Savaşı ve sonrasındaki olaylar, Sovyet nüfusunun Balkanlara sarkmasına yol açtı. Yani Komünizm, Türkiye ve Yunanistan dışında tüm Balkan devletlerini etkiledi. Uluslararası sistemin “iki kutuplu” bir yapıya dönüşmesi ile Türkiye Soğuk Savaş’ın tam ortasında yer aldı. 1947 Martından itibaren (Truman doktrini ile) Türkiye, Batının en sağlam müttefiki haline geldi.
1945’te Federal Yugoslavya’nın dâhilinde özerk Makedon Devletinin kurulmasıyla ilgili gelişmelere Türkiye, Yugoslavya’nın lehinde bir tutum sergiledi. Türkiye, Sovyet himayesinde Bulgaristan’ın Yugoslav federasyonuna planlanmış şekilde girmesi ihtimalinden kaygı duymaktaydı. Sovyetler Birliği, Yugoslav – Bulgaristan federasyonunun kurulması için baskı yapıyordu. Böylece Bolşevizasyonunu yaymaya çalışıyordu. Tito, Sovyetlerin baskısına boyun eğmedi. Türkiye’nin Makedonya ile ilgili gelişmelerdeki tutumu beraberinde Türkiye – Yugoslavya arasında toplumsal, siyasi, askeri vb. alanlarda işbirliğini getirdi.
II. Dünya savaşından sonra, Türkiye Balkan işbirliğini yeniden canlandırma girişimlerinde bulundu. Bu girişimlerde, ABD’nin aynı yöndeki önerisinin de rolü vardır. 28 Şubat 1953’te Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında, Ankara Dostluk ve işbirliği antlaşması imza edildi. Romanya, Bulgaristan ve Arnavutluk, Sovyetlerle olan ilişkilerinden dolayı bu antlaşmaya yanaşmadılar. Türkiye antlaşmanın ittifaka dönüşmesi için girişimlerini sürdürdü. 6 Ağustos 1954’te taraflar antlaşmanın askeri bir ittifaka dönüşmesi için anlaştılar. II. Balkan Paktı’nın örgütsel yapısı, 2 Mart 1955 tarihinde Ankara’da imzalanan “Balkanlar Danışma Meclisi” kurulmasına dair antlaşma ile tamamlanmış oldu. Bu pakt 1960 yılına değin geçerliliğini korudu. Zira bu tarihler arasında Yugoslav – Sovyet yakınlaşması, Kıbrıs meselesi nedeniyle Türk – Yunan ilişkilerinin bozulmaya başlaması gibi gelişmeler bu paktın sona ermesine neden oldu.
II. Dünya savaşı sonrası dönemde Bulgar yönetimi, cami ve okulların kapatılması, tedrisatın birleştirilmesi, topraklarının kolektifleştirilmesi gibi uygulamalarda bulundu. Dobruca’daki Türk köylülerinin topraklarını müsadere etmek niyetinde olan Bulgar hükümeti, 250.000 Türk’ün göç edebileceğini Türkiye’ye bildirdi. Türk yetkililer komünist ajanları tespit edebilmek için süre istediler. Ayrıca göçün ekonomik olarak Türkiye’yi zora sokacağı da belirtildi. Bu gelişmeler bir süre gerginliğe yol açmışsa da, Aralık 1950’de Bulgarlar Türk isteklerini kabul ettiler. Ancak, Bulgaristan’daki Türklere yönelik olumsuz uygulamalar devam etti. Ocak 1952’de ABD ve İngiliz ajanlarının Türkiye’yi üs olarak kullandıkları iddiasıyla Ankara’yı protesto eden Bulgaristan, ardından Türkiye’nin NATO’ya girişini de protesto etti. Bulgaristan yılsonuna doğru Türklere yönelik olumlu uygulamalarda bulunmaya başladı. Türk tiyatrolarının temsil vermeye başlaması, Sofya üniversitesinde tarih, edebiyat ve felsefe ile ilgili Türkçe derslerinin verilmesi bu uygulamalara örnek verilebilir.
1960’lı yıllarda Türk- Bulgar ilişkilerinde hareketlilik görülür. Mayıs 1967’deki Bulgaristan ziyareti sonunda ortak bir bildiri yayınlandı. Kıbrıs konusuna değinilen bu görüşmelerde, bölgedeki barışın bir an evvel adil bir şekilde sağlanması temennisinde bulunuldu. Mart 1968’de Bulgaristan Başbakanının Türkiye’yi ziyareti esnasında da Kıbrıs konusuna değinildi. Akdeniz bölgesinde önemli bir ihtilaf kaynağı teşkil eden Kıbrıs sorunun en kısa zamanda, Türk ve Rumların barış ve güvenlik içinde yaşamalarını sağlayacak bir şekilde çözümlenmesi temennisinde bulunuldu.
1966’da Türkiye – Yugoslavya – Bulgaristan arasında turizm alanında işbirliğini öngören bir protokol imzalandı. Nisan 1968’de Türkiye’de bulunan Yugoslavya Başbakanı, Kıbrıs’taki Türk ve Rumların tam bir hak eşitliğinden istifade ederek barış ve güvenlik içinde yaşamaları hususundaki temennilerini dile getirdi.
1965 Aralığında Birleşmiş Milletlerde Kıbrıs’la ilgili yapılan oylamada Arnavutluk temsilcilerinin, Türkiye lehinde oy kullanmaları, Türk – Arnavut ilişkilerini yeniden canlanmasına neden oldu. 1968 ve 1969 da karşılıklı yapılan ziyaretler doğrultusunda kültür, ticaret ve veterinerlik konularında antlaşmalar yapıldı. Arnavutluk yönetimi her alanda ilişkilerin geliştirilmesinin önemini vurgulamaktaydı. Ancak Arnavutluk’un dışa kapalı politikası iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesini engelleyen faktörlerdendi.
1950’lerin başlarında Türkiye ile Yunanistan arasında “Kıbrıs Sorunu” patlak verdi. Adadaki Ortodoks kuruluşun milliyetçilik hareketini körüklemesi, birtakım faaliyetlere girişmesi, Yunanistan’la birleşme istekleri doğrultusunda Rumların ayaklanmaları gibi gelişmeler sorunun ortaya çıkmasına neden oldu. 1954’te Yunanistan’ın Birleşmiş Milletler genel kuruluna şikâyeti ile sorun uluslar arası bir boyut kazandı. Şikâyet konusu, Ada halkına kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi prensibinin uygulanmamasıydı, Kıbrıs’la ilgili olarak günümüze kadar, Türkiye – İngiltere – Yunanistan arasında birçok görüşme oldu.
29 Ağustos – 7 Eylül 1955 tarihleri arasında gerçekleşen Londra Konferansı’nda, muhtariyet, self – determination prensibinin uygulanması gibi konular görüşüldüyse de bir sonuç alınamadı. Bu tarihlerde Kıbrıs Rumları tedhiş hareketlerini arttırmaya başladılar. Aralık 1956’da İngiltere tarafından hazırlanan tasarıyla Kıbrıs’a, mahalli muhtariyet verilmesi gündeme geldi. İngiltere, Kıbrıs üzerindeki egemenlik hakkının ise devam ettiğini ifade eden bir açıklamada bulundu. Bu tasarının (Radclif) özelliği idarede Türklere de ayrıcalık tanınmasıdır. Ancak Radclif tasarısında hayata geçirilemedi. 1957 Mart’ında NATO aracılık girişiminde bulunduysa da netice alınamadı. Haziran 1958’de Başbakan Macmillan tarafından yeni bir teklif açıklandı. Buna göre; İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın işbirliğine dayalı yedi yıl sürecek olan üçlü bir yönetim oluşturulacaktı. Fakat bundan da bir sonuca ulaşılamadı. Birleşmiş Milletlerde tekrar gündeme alınan Kıbrıs konusu, Şubat 1959’daki Londra Konferansı ile sonuçlandı. Böylelikle Ada’da iki cemaatin ortaklığına dayanan federal bir cumhuriyetin kurulması karara bağlandı.
16 Ağustos 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti bağımsızlığını ilan etti. Ancak, Türklerin devlet görevlerinde yer alması, Türk Cumhurbaşkanı muavininin veto hakkına sahip olması gibi konularda anlaşmazlıklar çıktı. Türklerin haklarını kısıtlayan Rumlar anlaşma maddelerine de uymamaya başladılar. 1963 sonlarına doğru, Rum polisleri rast gele ateş açarak bazı kayıplara neden oldu. Kadın ve çocukları hunharca katletmeleri üzerine Türk jetleri intihar uçuşunda bulundular. Kıbrıs’ta çatışmalar devam ederken uluslararası alandaki girişimler de sürüyordu.
Ocak 1964’te Türkiye müdahale etmek istediyse de B.M. ve ABD buna engel oldu. Ardından bölgeye Barış Gücü gönderildi. 1965 ve 1966’da nispi bir sükûnet hüküm sürdü. 1967’de Yunanlılar, Kıbrıs Türklerinin toptan yok edilmesini hedef alan bir plan (AKRİTAS) yaptılar. Ancak plan Türkler tarafından öğrenilince, Türk jetlerinin başarılı harekâtıyla plan başlamadan sona erdi. Bir süre yönetim Türklere geçti ise de ardından Rum Ulusal muhafız birliği darbe yaptı. Gelişmeler üzerine Türkiye, ortak müdahale için İngiltere’ye başvurduysa da destek bulamadı. NATO ve ABD’nin karşı çıkmasına rağmen 20 Temmuz 1974 sabahı Türk Silahlı Kuvvetleri Ada’ya çıktı. İki gün süren mücadele ateşkes ile sonuçlandı. 10 Ağustos’ta Cenevre’de başlayan görüşmelerde Türk tarafı federe bir Türk yönetiminin kurulmasını istediyse de İngiltere ve Yunanistan buna yanaşmadı. Ardından 13–16 Ağustos arası ikinci bir harekât gerçekleşti. Ateşkesten sonra yapılan görüşmeler sonuçsuz kalınca Türk tarafı, 13 Şubat 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni kurduğunu ilan etti. Bundan sonraki süreçte birleşme ve barış için somut bir adım atılamadı. 1 Kasım 1983’te bağımsız Türk Devleti kuruldu.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki bir diğer problem “Batı Trakya Türklerinin” durumudur. 1950 yılında Yunan Hükümeti eğitim alanında kısmi iyileşmeler yaptı. 1951’de yapılan kültür antlaşması doğrultusunda Batı Trakya’ya öğretmen ve ders kitapları gönderildi. 1954’de çıkarılan kanunla Yunanistan, Türk ilkokulları deyimini resmen kullandıysa da bu uzun sürmedi. Kıbrıs bunalımına paralel olarak, politikasını değiştiren Yunanistan baskılarını sertleştirmeye başladı. 1977 yılından itibaren azınlık okulları müfettişlerine geniş yetkiler verildi. Yine aynı yıllarda Batı Trakya Türklerinin Müslüman Yunanlılar olduğunu ispatlamak amacıyla “Trakya Tarihini Araştırma Merkezini” kurdular.
Ekim 1981’de Papandreou iktidara gelince Türklerin asimile edilmesine yönelik hareketler arttı. Batı Trakya Yunanistan’a bırakıldığından beri Yunan yönetimleri, Türkleri daima kendileri için bir tehlike olarak gördüler. Türkleri göçe zorlamak, Türk kimliğini inkâr etmek, taşınmaz mal edinmelerini yasaklamak, müftü tayin etmek gibi keyfi uygulamalarda bulundular. 1985’te ezan okunmasına da yasak getirildi. İstanbul’daki patrik rahatça seçilip faaliyet gösterirken, Batı Trakya’daki Türkler müftülerini dahi seçemiyorlardı. Türklerin haklarını savunun birçok Türk baskıya maruz kaldı. Trakya Türklerinin haklı davasını dünya platformuna taşımayı başaran Doktor Sadık Ahmet önemli şahsiyetlerdendir. Bugün Türkiye’de ve değişik Avrupa ülkelerinde bir hayli Batı Trakya Türkü yaşamakta ve davaları için mücadele etmektedirler.
1970’li yıllarda diğer Balkan ülkeleri ile ilişkiler de önemli bir gelişme görülmemektedir. Bu yıllarda Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç gelmesi, Yugoslavya’da gerçekleşen Struga şiir akşamlarına Türk şair ve yazarlarının katılması gibi gelişmeler oldu.1973’te baş gösteren petrol bunalımı, petrol arama faaliyetlerini hızlandırdı. Denizlerin, doğal kaynaklar yönünden öneminin arttığı bu dönemde Ege Denizi’nde sürtüşmeler başladı.
1974 başlarında Türkiye’nin Ege’de petrol arama girişiminde bulunması, Türk- Yunan ilişkilerinde “Kıta Sahanlığı” problemini ortaya çıkardı. Yunanistan kendi kıta sahanlığının ihlal edildiği iddiasında bulundu. Yunanistan’ın Ege’nin %44’ü üzerinde, Türkiye’nin ise %8’i üzerinde egemenlik hakkı olduğu, geri kalan %48’inin ise açık deniz olarak kabul edildiği ifade edilmektedir. Adalardan bazıları sahillerimize altı milden de daha yakın mesafede bulunduklarından aradaki deniz parçası ortadan bölünmekte ve karasuları o şekilde hesaplanmaktadır. Bunun için Yunanistan, karasularının 12 mil olarak kabul edilmesi için çaba sarf etmeye başladı. Böylece Türkiye’nin Ege ve Akdeniz’deki açık denizlere ulaşabilme hakkını kısıtlayabilecekti. Netice itibariyle Türkiye sadece Ege denizinin %9’una egemen olacak, Yunanistan ise %72’sine egemen olacaktı. Kıta sahanlığı ile ilgili olarak 1976’da varılan antlaşma ile bilimsel araştırmalar dışında faaliyette bulunulmaması gibi kararlar alınmışsa da problem bitmedi. Velhasıl, Türkiye ile Yunanistan arasında birçok ikili sorun vardır. Hava sahanlığı, Ege adalarının silahlandırılması, bazı terör örgütlerinin desteklenmesi gibi
1988 ve 1992’de gerçekleşen Davos zirvesinde, kalıcı barışın sağlanması için görüşler beyan edildiyse de iki ülke arasındaki problemler giderilemedi. Şüphesiz bunda Yunan yönetiminin olumsuz yaklaşımı etkili olmaktadır. Her şeye rağmen iki ülke arasında; Türk Yunan işadamları konseyinin kurulması, Belediye Başkanları düzeyinde karşılıklı ziyaretlerin gerçekleştirilmesi, çeşitli partilere mensup siyasetçilerinin katılımlarıyla oluşturulan “Türk Yunan Dostluk Grubu” gibi olumlu ortak girişimler de bulunmaktadır.
II. Dünya Savaşından sonraki dönemde, Türkiye- Romanya ilişkilerinin normalleşmesi, Romanya Başbakanı’nın Temmuz 1966’daki ziyaretiyle başlar. Görüşmelerde Balkan devletleri arasındaki ilişkilerinin geliştirilmesi gerektiğine değinildi. 1967’deki iade ziyaretinde Türkiye ile Romanya arasında teknik, hukuki ve ulaştırma konusunda görüşmelerde bulunuldu. Bunun yanı sıra Türkiye, Kıbrıs konusunda da Romanya’yı bilgilendirdi. Eylül 1967’de her iki ülke Başbakanı Kıbrıs sorununun barışçıl yollarla halledilmesi gerektiği hususunda hemfikir olduklarını açıkladılar. Ayrıca 1970 yılında iki ülke arasında konsolosluk ve adli yardım anlaşmaları imzalandı.
1980’li yıllarda Bulgaristan’daki Türklere yönelik baskıların arttığı görülür. İsimlerin zorla değiştirilmesi, kendi dillerinin konuşulmasına izin verilmemesi, Türk’lerin “Müslümanlaştırılmış Bulgarlar” olduğu iddiasında bulunmaları gibi gelişmeler bu baskılara örnek olarak verilebilir.
Şubat 1988’de Yugoslavya, Türkiye, Yunanistan, Arnavutluk, Bulgaristan ve Romanya Dışişleri Bakanlarının bir araya geldiği bir toplantı yapıldı. Yugoslavya’da gerçekleşen toplantıda ikili görüşmelerde de bulunuldu. Bulgaristan ile yapılan görüşmelerde Türk azınlığına yönelik uygulamaların sona erdirilmesi doğrultusunda bir protokol imzalandı. Yugoslavya ile yapılan görüşmelerin ardından, Türkiye’de “Yugoslavya Haftası”, Yugoslavya’da da “Türkiye Haftası” şeklinde bir kültür gösterisi düzenlendi. Arnavutluk ile yapılan görüşmelerde ise insan hakları konusunu da içeren bazı konular gündeme alındı.
Balkan Dışişleri Bakanlarının bir araya geldiği Toplantı sonunda ortak bir bildiri yayınlandı. Bildiride özetle; Balkan ülkeleri arasında bu gibi toplantıların devam etmesinin önemine, insan çevresi, ulaşım, turizm, kültür, teknik, bilim ve teknoloji ile iktisadi alanlarda işbirliğinin geliştirilmesi için ilgili bakanlıklar düzeyinde komitelerin kurulması karara bağlandı.
1980’li yıllarda, komünist rejimi benimsemiş olan Balkan ülkeleri ciddi sorunlarla karşı karşıya kaldılar. Tito’nun ölümünden sonra Yugoslavya’nın karışmaya başlaması, Romanya ve Bulgaristan’daki yönetimin baskılarını arttırmış olmalarını örnek olarak gösterebiliriz.
Balkanlardaki durum 1990’lı yılların başlarında Yugoslavya’nın parçalanması ile yeni bir boyut kazandı. Rusya’da komünizmin çökmesi sonrasındaki gelişmeler Yugoslavya’da etkisini gösterdi. Çok partili hayata geçiş bunun en açık örneğidir. Çok partili hayatta üstünlük milliyetçilerin elindeydi. Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlıklarını ilan etmeleri, ardından Makedonya ve Bosna – Hersek’in de buna katılmaları bölgedeki gerginliği tırmandırdı. Bu süreç içerisinde Türkiye, Yugoslavya’daki yeni düzenin barışçıl bir biçimde gerçekleştirilmesi için yoğun bir çaba harcadı. Ancak her şeye rağmen dağılmanın ve savaşın önü alınamadı.
Bu yeni dönemde, Bosna’daki gelişmelerden dolayı Yugoslavya ile ilişkiler gerginleşti. Türkiye, gerek İslam dünyasını gerekse Avrupa’yı Bosna’ya müdahale için harekete geçirmeye ve bölgede Barış Gücü oluşturulmasını sağlamaya çalıştı.
Balkanlarda bir diğer değişim Bulgaristan, Romanya ve Arnavutluk’ta yaşandı. Romanya ve Bulgaristan’da demokrasi hareketleri olurken, Arnavutluk’ta komünist rejime ılımlı bir hava getiren yönetim işbaşına geldi. Bulgaristan’daki bir diğer gelişme de Türklerin kurduğu “Hak ve Özgürlükler Hareketi”dir.
Yeni gelişmeleri dikkatle izleyen Türkiye, ilgili ülkelerin yetkilileriyle görüşmelerde bulundu. Yugoslav Devlet Başkanının, Bosna-Hersek Cumhurbaşkanının, Makedonya Cumhurbaşkanının Ankara’yı ziyaret etmelerini, destek aramalarını; Türk yetkililerinin de ilgili ülkeleri ziyaret etmelerini örnek olarak verebiliriz.
Bu dönemde, ekonomik işbirliğini ve karşılıklı dayanışmayı desteklemek yoluyla bölgesel istikrara katkıda bulunmak, Türk dış politikasının temel amaçlarından biri haline geldi. Bu bağlamda Türkiye, 19–21 Aralık 1990’da Ankara da düzenlenen uluslararası bir toplantıda, Karadeniz havzasının bir barış, refah ve istikrar bölgesine dönüştürülmesini amaçlayan Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİ) düşüncesinin ortaya attı. Ancak Karadeniz Ekonomik İşbirliğinin resmen işlerlik kazanması 25 Haziran 1992’de Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Moldavya, Arnavutluk, Yunanistan, Rusya, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan ve Ukrayna’nın bu doğrultudaki bildirgeyi imzalamaları ile gerçekleşti.
Şubat 1992’de Türkiye; Slovenya, Hırvatistan, Makedonya ve Bosna-Hersek’i tanıdığını açıkladı. Ardından Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk ve yeni kurulan devletlerle birçok alanda antlaşmalar yapıldı. Terör konusunda Romanya ile yapılan antlaşma (Nisan 1992), Arnavutluk ile imzalanan savunma işbirliği antlaşması (Temmuz 1992), Bosna-Hersek ile yapılan askeri eğitim ve işbirliği antlaşması (Ekim 1996), Makedonya ile yapılan sosyal güvenlik sözleşmesi (Temmuz 1998) bunlardan sadece bir kaçıdır.
Bu antlaşmalar içerisinde belki de en önemlisi Bulgaristan, Arnavutluk hatta İtalya’nın da desteklediği, Türkiye ile Makedonya arasındaki görüşmelerde karara varılan ‘‘Batı-Doğu’’ulaşım projesidir. Bu proje ile batı-doğu arasında bir demiryolu ve karayolu bağlantısı kurulmak istenmektedir. Durres-Üsküp-Sofya-İstanbul güzergâhındaki bu koridor dört ayrı proje olarak düşünülmektedir. İktisadi ve ticari işbirliğini sağlayacağına inanılan bu projenin tamamlanmasıyla bölgede; barış ve istikrarın da gerçekleşebileceği düşünülmektedir. Mayıs 1993’te Ohrid’de yapılan toplantıda mutabakatına varılan projenin 2010 yılında tamamlanması düşünülmekteydi. Ancak siyasi ve iktisadi nedenlerden dolayı ilerleme kaydedilemedi. Temennimiz bölge için siyasi, iktisadi, askeri ve sair açıdan önem arz eden projelerin neticeye ulaştırılmasıdır.
Balkanlarla ilgili son dönem gelişmelerinden biri de, Balkanlarda ortaya çıkabilecek bir krize müdahale edilecek çok uluslu Barış Gücü’nün oluşturulmasına ilişkin antlaşmanın Atina’da imzalanmış olmasıdır (12 Ocak 1999). Buna göre; Barış Gücü’nün ilk karargâhı dört yıl süreyle Bulgaristan’ın Filibe kenti oldu. Ardından Romanya’nın Köstence, Türkiye’nin Edirne ve Yunanistan’ın Kilkis kentleri karargâha ev sahipliği yaptı. İlk karargâhın ilk komutanı Türk oldu. İki yıl sonra ise bu göreve Yunan komutan geldi. 25.000 askerden oluşan Barış gücünün komuta kadrosunda da dönüşümlü sistem geçerli oldu. Sözgelimi; İstihbarat Dairesi Başkanı Yunanlı, yardımcısı Türk, buna karşın Operasyon Dairesi’nin başkanı Türk, yardımcısı Yunanlı olacaktır.
Dayton Barışı (Kasım 1995) doğrultusunda Bosna olayları durulduysa da bölgede huzur sağlanamadı. Zira bir süre sonra Kosova’daki olaylar patlak verdi. Kosova, eski Yugoslavya döneminden beri sorunlu bir bölgedir. Bölgedeki Arnavutlar Sırp yönetimiyle ihtilaf ve çatışma içindedirler. Arnavutlar, Kosova Cumhuriyeti’ni hayata geçirmek için mücadele etmektedirler. Türkiye bu konuda da temkinli davranmakta olup, kamuoyu da gelişmeleri izlemektedir. Bölgeye ilaç, gıda maddesi, giyecek gibi yardımlar gönderildi.
Kosova’da yaşayan 20.000 civarındaki Türk azınlık, Arnavutların kendilerine baskı uygulamalarından şikâyetçidirler. Benzer iddia Makedonya’daki Türkler için de söz konusudur. Makedonya’da görüşmüş olduğum bazı vatandaşlar, Müslüman ortak paydasında Arnavutların Türk nüfusunu yok etmeye çalıştıklarını iddia etmekteydiler. Örnek olarak da Meşihat’ın (Makedonya İslam Birliği’nin) daha önce Türkçe vaaz verilen camilerde Arnavutça vaaz verdirmesini göstermektedir. Meşihat yetkilileri ise söz konusu camilere daha çok Arnavutların gelmesinden dolayı bu durumun değiştiğini ifade etmektedirler. Yine bazı ileri gelen Türkler, Türkiye’nin bir ‘‘Kültür Merkezi’’ açmasını istemektedirler. Böylelikle kendi dil ve kültürlerini devam ettirebileceklerini söylemektedirler. Türkiye’nin bölgedeki istekler doğrultusunda bir takım girişimlerde bulunması temennimizdir.
Cumhuriyet döneminde önem arz eden bir diğer gelişme ‘göç’ hadiseleridir. Balkan ülkelerinden pek çok soydaşımız Türkiye’ye göç etti ya da göç ettirildi. Bu dönemde genel olarak; Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya’dan Türkiye’ye gerçekleşen göçleri tarihleriyle birlikte şu şekilde özetleyebiliriz:
Bulgaristan’dan; 1923-1940 arası 28.000, 1940-1980 arası 151.500, 1980 sonrası artan baskılar sonucunda 350.000 kişi göç etti. Ancak son gelenlerin bir kısmının geri döndüğünü belirtmek gerekir.Yugoslavya’dan; 1923–1933 arası 108.000, 1952-1967 arası 175.000 ve sonrasındaki dönemde 200.000’den fazla kişi Türkiye’ye göç etti. Yugoslavya’nın dağılmasının ardından bağımsız olan Makedonya’dan az da olsa göçler devam etmektedir. Özellikle eğitim için gelen bazı soydaşlarımız (sonrasında ailesini de getirterek) Türkiye’de kalmaktadırlar. Böylece yeni bir göç olgusu daha ortaya çıkmaktadır.Yunanistan’dan; 1923–1933 arası 384.000, 1934-1960 arası 23.800, 1960-1980 arası 20.000 kişi göç etti.Romanya’dan ise 121.300 kişi göç etti.
Yaklaşık olarak verdiğimiz bu rakamlar neticesinde, Türkiye’ye 1.500.000’den fazla kişi Balkanlardan göç etti ya da ettirildi. Maalesef bu göçler Balkanlardaki Türk nüfusunun azalmasına ve bölgede kalanların baskılara maruz kalmasına neden oldu.
Aslında Türkiye, Balkanlarda toprak sorunu olmayan tek ülkedir. Türkiye’nin istediği tek şey, bölgedeki Türklerin insan haklarından yararlanması ve Türkiye ile tarihsel bağları bulunan diğer ırklara mensup Müslümanların da özgürlük içinde yaşamaları ve kazanılmış egemenlik haklarını korumalarıdır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki; Türkiye, Balkanlarla olan ilişkilerinde Misak-ı Milli’den ödün vermeden barışçıl bir politika izlemektedir. Cumhuriyet döneminde ağırlıklı olarak Yunanistan ile sorunlar yaşandığı görülmektedir.
Her şeye rağmen Türkiye, bölgede barışın devamlılığı için uğraşmakta ve bu doğrultuda girişimlerde bulunmaya devam etmektedir. Bunun en son örneklerinden biri Balkanlarda oluşturulan ‘‘Çok Uluslu Barış Gücü’’dür.
Bölge Türkiye’ye Avrupa’nın yolunu, dolayısıyla da Avrupa’ya Türkiye’nin yolunu açmaktadır. Eğer Avrupa Bizi istiyorsa Balkanları ve Türkiye’yi ihmal etmemelidir. Bizde Avrupa’yı istiyorsak Balkanları ihmal etmemeliyiz.
Necati Çayırlı

 


İçeriği Paylaş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.