Balkanlarda Bir İftar…

Gezi Notları
İçeriği Paylaş

Yazı ve Fotoğraflar; Ahmet ŞAHİN

Ramazan ayı buluşmalar ayı… Çeşitli ortamlarda dostlar bir araya gelip, beraber iftar açmanın, ya da iftar vermenin güzelliğini yaşıyorlar. Aynı zamanda dini bir vecibeyi de yerine getirmenin verdiği mutlulukla, iç huzura kavuşmanın tadı ise bir başka oluyor…

İstanbul Siyasal Mezunları Kocaeli Grubu olarak bu sene bir değişiklik yaptık. Kocaeli dışında, Balkanlarda (Bulgaristan Dobriç’de, Türklerin verdiği isimle Hacıoğlu Pazarcık’da) da bir iftar yapmaya karar verdik. Özellikle, Bulgaristan’da güzel faaliyetlere imza atan Balkan Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği (Bal-Türk) ile birlikte (ki Genel Başkanlığını, Kocaeli Grubundan arkadaşımız, 1992 mezunlarımızdan Dr. Bayram Çolakoğlu yürütüyor), ramazanın ilk günü Bulgaristan yollarına düştük.

Yolculuğumuz, ilk sahurdan sonra, dört arkadaşla birlikte İzmit’ten, saat 05.00 civarı başladı. Bir yandan ramazanın, diğer yandan da erken saatler olmasının verdiği rahatlıkla İstanbul trafiğini geçip, Kırklareli Dereköy sınır kapısına doğru yol aldık. Sabahın verdiği huzurla, enfes Istranca Ormanlarının içerisinden geçen yoldan, Dereköy sınır kapısına ulaştık. Burasının, Bulgaristan-Türkiye arasındaki küçük bir sınır kapısı olması nedeniyle oldukça sakin bir ortamı vardı. Sanırım kullananların çoğu da bir şekilde Balkanlarla bağı olan insanlardı…

Kısa süren bir sistem arızası sorununu da aştıktan sonra, işlemlerimizi tamamlayarak, Bulgaristan tarafına geçtik.

Bulgaristan–Türkiye sınırının Istranca Dağlarından geçmesi nedeniyle, sınırın Bulgaristan tarafı da geniş ormanlık alanlarla doluydu. Ama seyahatimiz boyunca özellikle

dikkatimi çeken, yol kenarlarında yoğun şekilde bulunan (erik, armut, kiraz vb. birçok çeşidiyle birlikte) meyve ağaçları ve akasya ağaçlarıydı. Hatta diyebilirim ki, çoğu yerde akasya ormanlarından geçtik. Kokusu ve en güzel şekilde açılmış çiçekleriyle farklı bir şölen sunuyorlardı yoldan geçenlere…

Malko Tırnovo, Krushevets güzergâhını izleyerek, küçük kasaba ve köylerden geçerek Burgaz’a ulaştık. Burgaz, Bulgaristan’ın en büyük dördüncü şehriymiş. Araçla kısa bir şehir turu atarak yolumuza devam ettik. Biz İzmit’ te, büyük çınar ağaçları bulunan yürüyüş yoluyla ya da İstanbul’da Dolmabahçe Sarayının arkasında bulunan yol ile övünürken, Burgaz da ara yollarda bile büyük ağaçlar vardı. Parkları ise söylemiyorum; şehirde park değil, ormandan şehir kurulmuş gibiydi çoğu yerde… Bir de meşhur kumarhaneleri, hemen göze çarpan… Burgaz’ın kumarhaneler nedeniyle her dönem bir hareketliliği olsa da, özellikle yaz aylarında daha yoğun olduğunu öğrendim. Güzel kumsallarıyla, bizim Antalya misali, Bulgaristan’ın tatil yörelerinden biriymiş…

Burgaz’dan çıktıktan sonra, sahil yolundan bizim Amasra’yı andıran (ama ondan daha iyi ve korunmuş, bakımlı olan)  Nessebar’a (Osmanlı’daki adıyla “Misivri”) ulaştık. Burada biraz mola verip, methini duyduğumuz bu bölgeyi gezmeden yola devam etmek istemedik.

Nessebar karaya küçük bir köprüyle bağlı, tarihsel dokusu olan bir ada. Burgaz’ a 30 km mesafede, Avrupa’nın da en eski tarihi yerleşimlerinden birisiymiş… Alt tarafı taş, üst tarafı ahşap mimariyle yapılmış evler, Osmanlı mimarisini andırıyor (muhtemelen de bizden kalmadır). O güzelim Arnavut kaldırımlı yollarda dolaşırken, “ne olsaydı da şu araçları şehrin kalbine sokmasalardı” demeden de edemiyorsunuz. Çünkü her köşesi tarihsel bir tablo niteliğini taşırken, o tarihi görüntüden fırlamışçasına bir araba… Hiç yakışmıyor, hele fotoğraf tutkunlarını deli ediyor.

Nessebar’da son molamızı verdikten sonra yolumuza devam ettik.  Yine küçük ve şirin kasabalardan, köylerden, meyve ağaçları ile dolu, akasya çiçeklerinin araçları kucakladığı yollardan geçerek Varna üzerinden (Sultan Abdülaziz’in yaptırdığı ve halen kullanımda olan Varna Aziziye camiinde öğle namazları eda edildikten sonra)  Hacıoğlu Pazarcık’a ulaştık.  Ancak Balkanlara geçince, insan, bizim yolları mumla arıyor… Yol boyunca Türkçe çağrışımlı tabelaları görünce de “buraları nasıl kaybettik” demeden, üzülmeden geçemiyorsunuz…

Hacıoğlu Pazarcık, kervan yolları üzerinde kurulmuş bir şehir ve Bulgaristan’ın kuzeydoğusunda bulunuyor. (Bu satırları yazarken biraz tarihi ile ilgili araştırma yapayım dedim. Belediyelerinin sitesinde dahi tarihle ilgili bir şey yazmıyor. Sanırım, Osmanlıya yer vermeyeceğiz diye kendi tarihlerini bile anmaktan korkuyorlar…) Bu güzel şehir, Osmanlı döneminde önemli bir ticaret merkeziymiş.  Ticaret kervanlarının Varna limanına gitmeden satış işlemlerini tamamladıkları önemli bir pazarmış.  Şehir 16. yüzyılda burayı mamur eden, hanlar kuran Hacıoğlu lakaplı bir Türk tüccara atfen, “Hacıoğlu Pazarcık” ismini almış.

Zengin vakıf mülkleri olan bu şehirde, Komünist rejim yıkılınca, tapusu oluğu halde vakıf mülklerinin çoğu Türklere iade edilmemiş. Bu da acı tarafı…

Bayram Çolakoğlu’nun tavsiyesi ile iftarı Hacıoğlu Pazarcık’da düzenlemeye karar vermiştik. Yaklaşık iki yıl kadar önce bu bölgeden 80 kadar öğrenci, Bal-Türk tarafından, Kocaeli’ne getirilmiş ve burada misafir edilmişti. Bu öğrenciler ve aileleri ile buluşmanın, ilk iftarı onlarla açmanın daha güzel olacağını düşündük ki çok da doğru bir karar olduğunu oraya gidince gördük. Yine bir başka neden de Hacıoğlu Pazarcık da bulunan, Bulgaristan’ daki tek Türk şehitliğini de ziyaret etmekti…

Saat 17.00 civarı Hacıoğlu Pazarcık’a ulaştık. Otelimize yerleştikten ve kısa bir dinlenmenin ardından, yakınında iftarımızı yapacağımız Bölge Müftülüğü’nün de bulunduğu Eski Camiye geçtik.

Cami ve bölgesi çölde bir vaha gibiydi; Kominizim döneminden kalma çarpık ve eski binaların yanında Anadolu ruhunu yansıtan binalardan oluşan bir vaha… Etrafında büyük, Osmanlı simgesi çınar ağaçları bulunuyor. Çevrede bulunan tek katlı ve iki katlı Türk evleri ise Bulgar Vakıflarının kontrolündeymiş. Bugün çeşitli hediyelik eşya mağazaları ve lokanta, cafe, bar olarak kullanılıyor. Ancak, muhtemelen, eskiden camiye ait bu yapılar, bu gün de devam eden Türklere baskının bir nişanesi olarak müftülüğün kullanımına verilmiyor. Hatta daha da ilginç bir şey söylediler, caminin bir bahçesi de yokmuş Bulgar devletine göre… Ve Osmanlının yaptığı, bahçesi olmayan bir cami… Hemen bitişiği ise şirin bir dinlenme parkı. Tabi camiyle ilgili olmayan bir park olduğu iddia edilince, düzenleme görüntüsü altında, bir Hristiyan mezar taşının sırtını camiye dayamışçasına parka yerleştirilmesi de normal… (Biz de çok art niyetliyiz değil mi, bunu bir baskı olarak değerlendiriyoruz…)

İftar saati yaklaştıkça katılımcılar da cami çevresine akmaya başladı. Parkta bulunan çınar ağaçlarının gölgesinde, yaklaşık yüzotuzyedi yıl önce bizim olan bu topraklarda bir misafir olarak, gelenlerle hasret giderildi; sarılmalar, kucaklaşmalar ve doyumsuz sohbetler eşliğinde iftar saati beklenildi.

İftar çok keyifli ve güzel oldu. Öğrenciler ve aileleri olmak üzere yaklaşık 80 civarı bir katılımla açıldı. Başkonsolos, müftü ve orada bulunan ve Türkiye’den gitmiş cami görevlilerinin katılımı da ayrı bir tat verdi. Ama en güzeli de hepimizin geleceği olan çocukların gözlerine yansıyan mutluluk, gurur ve sevinci görmekti…

Sorunlar çok… Kültürel, siyasi, dini, ekonomik… Her alanda sorunlar var. Ama sorunların çözümü için, kör-topal olarak da olsa verilen bir mücadele var. Ancak, geçmişten çok daha iyi bir konumda olmakla birlikte, hâlâ, alınacak çok da yol var…

Küçük bir şeyin bile olumlu yönde değiştiğini görmek, mutluluk veriyor insana. Ve Bal – Türk sayesinde değişen bazı güzel şeyleri duyunca (ki muhtemelen bu tür güzel hizmet yapan başka organizasyonlar da vardır, İnşallah), bir kıpırtı yaratmanın ne kadar basit olduğunu da görüp, niye bu çorbada tuzumuz yok diye üzülüyor insan…

Eski Camide kılınan akşam namazı ve buruk vedalaşmalarla, tekrar dilekleriyle iftarımız sona erdi. Ayrılan herkes de ise buruk bir mutluluk da vardı aynı zamanda. Sohbet, bir kısım katılımcılar ile birlikte, bütün yorgunluklara rağmen, gece yarısına kadar devam etti. Sanki kimse ayrılmak istemiyordu, kimse birbirini bırakmak istemiyordu ama biraz da bizi düşünerek müsaade isteyip, ayrıldılar…

Yattıktan sonra, nasıl uyuduğumuzu ise pek bilmiyorum. Yorgunluktan, sanırım vücudum daha yatakla buluşmadan, beynim uyumaya başladı. Saatin çalışı, sahur için kalkma vaktinin geldiğini haber veriyordu. Gündüzden aldığımız bir kısım kahvaltılıklarla, sahurumuzu bir otel odasında yapıp, tekrar dinlenmeye çekildik…

Sabah 09.30 civarı kalkmamıza rağmen, yine otelimize gelen bir kısım dostlarla, çocuklarla sohbet, yaklaşık iki saat daha devam etti. Sonrasında, Bulgaristan topraklarında bulunan tek Türk Şehitliğini ziyaret etmek üzere otelden ayrıldık.

Hacıoğlu Pazarcık’da bulunan Müze Statülü şehitlikte, Birinci Dünya savaşında Dobruca Bölgesinde şehit düşen askerlerimiz yatıyor. Kapısında Müslüman ya da Türk askerlerin yattığına ilişkin ibare dahi bulunmamakla birlikte, içeri girdiğinizde, taşlarında İslam’ın mührü/hilal olan Müslüman mezarlarını görüyorsunuz.

Hafta sonu olması nedeniyle kapalı olan şehitliğe, duvarların üstünden atlayıp girdik. Sanki dışından yaptığımız dua onlara gitmeyecek? Ama gene de yanlarına kadar gitmek istiyor insan. Bir çocuğun başını okşar gibi mezar taşlarına dokunmak, başlarını okşamak istiyor. Garipliklerine karşı, yanınızdayız, demek istiyor… Onlarca şehit var orada yatan. Ama isimleri bilinmiyor. Aynı şehitlikte o dönem birlikte mücadele ettiğimiz Hıristiyan, Musevi askerler de yatıyor. Ama Hıristiyan askerlerin isimleri, yakın zamanlarda, tek tek tespit edilmekle birlikte, Müslüman askerlerin mezar taşlarında ise “İsmi Belli Olmayan Merhum” diye yazıyor. Sadece üç kişinin ismi var; bir albay ve diğer iki komutan. Diğer isimlerin tespiti konusunda bir çalışma da düşünülmüyormuş… Şehitliğin arka tarafında küçük bir kilise var. Müslümanlar için ise ne bir mescit, ne de namaz kılınacak bir yer…

Şehitlik ziyaretinin ardından, tekrar, İzmit için yollara düştük. Yine o güzelim ağaçlı yollardan geçerek, Dobruca Ovasını seyrederek yol aldık. Bölgedeki ağaç zenginliği, gerçekten imrendiriyor insanı. Ormanların o enfes havasını soluyarak, çoğu yerde ağaçlardan tünellerin oluştuğu yollardan geçerek Dereköy sınır kapısına ve Türkiye’ye ulaştık…

İslam topraklarında olduğunuzu hissetmek güzel bir duygu. Yaklaşan iftar saati nedeniyle yolların (ki İstanbul da dahil) boşalması, kendimizi Anadolu’ya hızla atmamıza sebep oldu. Samandıra gişeleri civarında okunan akşam ezanı, birkaç lokma ile de olsa çimenliklerin üzerinde iftarımızı açma isteği oluşturdu ve uygun bulduğumuz ilk yerde bunu gerçekleştirdik… İftarı kapsayan kısa bir moladan sonra tekrar evin yolunu tutarak 22.30 civarı, soydaşlarımızı ziyaret etmenin mutluluğu, bir dönem bizim olan topraklarda misafir olarak bulunmanın ve ayrılmanın hüznü ile eve ulaştık…

Gezi boyunca hepimizin aklını şu düşünce kemiriyordu; Bu insanlara nasıl destek olabiliriz..? Çünkü bu dinin/milletin oralarda bayraktarlığını, hâlâ uç beyliğini yapan o insanları yalnız bırakmamak gerekiyor. Bizleri her zaman yanlarında görmek istiyorlar…

Selam getirdik oradaki kardeşlerimizden buradakilere; vesile olanlara, katkı sunanlara ve dua edenlere …


İçeriği Paylaş