Balkan Gezi Günlüğü

Gezi Notları
İçeriği Paylaş

Balkan gezisi düzenleneceğini öğrendiğimde Balkan coğrafyası hakkında hafızamı yoklama ihtiyacı hissettim. Abdulhamid’in Balkan politikası, kiliseler birliği, ittihatçılar döneminde izlenen basiretsiz siyaset, Sırp isyanı, birinci dünya savaşını başlatan suikast,yakın dönem gelindiğinde ise komünist Yugoslavya Tito ve nihayet 95’te Bosna Hersek Katliamı,Aliya İzzet Begoviç ve mücadelesi gibi hafızamda yer etmiş önemli hadiseler sıralandı zihnimde…Bu coğrafya hakkında sahip olduğum bilgi ve değerlendirmelerin sağlamasını görerek yapma imkanına sahip olacağım için mutluydum.

Gezi öncesi gidilecek yerler hakkında yaptığım araştırmaya Rumeli türkülerini de eklemiş olmanın ne derece isabetli bir karar olduğuna ayrıca değineceğim.Coğrafyayı bir bedene benzetirsek ona ruh verenin oradaki insanların kültür ve medeniyeti olduğunu söyleyebiliriz. Benim asıl merak ettiğim de hayatiyeti hakkında çok fazla malumata sahip olmadığımız bu ruhtu. Acaba Balkanlar kendi öz ve asil ruhu olan İslam ile mi soluk alıp veriyordu hala? Kısacası o coğrafya ”yaşıyor”muydu?

KOSOVA

Başkent Priştine’ye vardığımızda takvim 3 Temmuz’u gösteriyordu. Havaalanında pasaport kontrolünden geçiyorduk. Sıra bana geldi. Kosova ‘ya neden geldiğimi sordu. Turist olduğumu ve Balkanları gezmek için geldiğimi söyledim. Cevabım görevliyi tatmin etmemişti ki beni polislerin olduğu yere gönderdi. Bir süre Türkçe bilen bir polisin gelmesini bekledim. Nihayet geldi, derdimi anlattım ve geçmeme izin verdiler. Yurt dışına ilk defa çıktığım için bunun rutin bir kontrol olup olmadığını bilmiyordum.

Ama bu uygulamanın bende uyandırdığı intiba henüz yeni kurulmuş bir devletin siyasi ve güvenlik politikalarındaki korku ve tedirginlikti. Havalimanının tam karşısında bulunan NATO üssü ve çevrede dolaşan NATO askerleri bu kanaatimi destekliyordu. Priştine’de bizi bekleyen bir sürpriz de iki bavulun İstanbul’da kalması oldu. Bu bavullar uzun süre gündemimizi meşgul etti, espri konusu oldu. Bavullardan haber alamayınca kendisiyle bütün Balkanları gezeceğimiz şoförümüz Luka ve Ersin ile buluştuk. Bavullarımızı vagona yerleştirip 9 gün sürecek olan yolculuğumuza başlamış olduk. Priştine’de caddeler ve yollar boyunca asılmış ABD bayrakları dışında ilk etapta dikkatimi çeken bir şey yoktu. Bağımsızlığın kazanılmasındaki desteğinden dolayı teşekkür ve minneti ifade etmek için asıldığını sandığım bayraklar o kadar çoktu ki, bağımsızlık kutlamalarıyla ironik bir hal oluşturuyordu.

Meşhed’e 1. Murat’ın kabrine gittik. Burası, tarihi duvarları, Selçuklu etkisi görülen ilk dönem Osmanlı mimarisi, imparatorluk kültürünün etkisiyle yetiştiği hissedilen Rumeli kadını olan türbedarıyla kazındı hafızama. Türbedar kadının anlattığına göre ailesi yıllar önce Türkmenistan’dan göçmüş. Ailesi gibi kendisi de bu türbeyi geçmişinin bir emaneti olarak görüyormuş. Kadınla sohbeti bitirip oradan ayrıldık. Sonraki uğrak yerlerimiz önce Fatih Camii ve ardından Hasanpaşa Camii oldu. Hasanpaşa Camii oldukça ilginç geldi bana. Caminin içerisi klasik Osmanlı mimarisinde olduğu gibi mavi, yeşil, siyah ve kırmızı renklerde ince ve estetik lale motifleri ile değil; koyu ve belirgin bir tarzda sarı, kırmızı ve yeşil gibi renkler kullanılarak daha basit çiçek modelleriyle tezyin edilmişti. Daha sonraki camilerde de gördüğüm en temel özellik şuydu: Büyük, küçük çeşitli renklerde çiçek motifleri. Balkanlardaki pek çok şehirde evlerde ve sokaklarda çiçekler yetiştirildiğini gördüm.

Bu coğrafyada geçmişten günümüze köklü bir çiçek kültürü yaşadığı intibaını edindim. Ayrıca camide Davut Yıldızı içine yerleştirilmiş Osmanlı Tuğrası da önemli bir semboldü. Sultan 1. Murat tarafından yapılmış, yalnızca minberi ve mihrabı olan üstü açık bir mescitte namaz kıldık. Tabiatıyla yerlerde halı yoktu. Çıplak taşın üzerine secde ederken Asr-ı Saadet’te de mescitlerin zemininin toprak oluğu geldi aklıma.

Ardından Türklerin yoğun olarak yaşadığı bir şehir olan Prizren’e geçtik. Akşam ezanı okunduğunda Prizren’de bir lokantadaydık. Burası şehrin atmosferine uygun otantik bir mekândı. Yerel lezzetleri yerinde tatmayı arzuladığımdan kendime Arnavut Ciğeri söyledim. Getirdikleri dana ciğeriydi, iyi pişirilmiş büyükçe parçalardan oluşuyordu. Gayet lezzetliydi ve kanaatimce bu ünü hak ediyordu. Prizren’deki mihmandarımız Hacı Zeki Efendi idi. Kendisi Prizren Türklerindenmiş. Üniversiteyi Aliya’nın yanında Bosna’da okumuş.

İslami gençlik hareketlerinin de bilfiil içinde bulunmuş. Zeki Efendi, Aliya’nın, dinine çok bağlı biri olduğunu, hiçbir kararını iki rekât namaz kılmadan almamaya ihtimam gösterdiğini söyledi. Vurgu ve tonlamalarıyla dikkat çeken, güzel bir Balkan şivesi ile konuşuyordu Zeki Efendi. Şivesi hafiften Karadeniz ağzını andırıyordu. Ondan Prizren Türklerinin Karadeniz’den göçtüklerini öğrenince anlıyoruz bunu sebebini. Kosova’daki Türklerin yaşadığı bir diğer şehir olan Mamuşa’ ya ise asırlar önce Tokat’tan göçmüşler. O sebeple Tokat ağzıyla konuşuyorlarmış. Zeki Efendi atasözleri, vecizeler, menkıbeler ve fıkralarla süslü konuşmasıyla çok hoşsohbet biriydi. Yaptığı şakalar ve mizahi üslubuyla bizi sık sık tebessüm ettiriyordu.

Şu anda Prizren’de Andırra Çay Bahçesindeyiz. Arkamızdan küçük bir şelale akıyor. Zeki Efendinin o güzel sohbeti ve gelen çaylarla muhabbet doruk noktasına ulaşıyor. Uzaktan Kosovalı bir şarkıcının sesi yükseliyor. Burada Türk çayı bulunmadığı için ben Makkiyato söyledim. Zeki Efendi Kosovalı politikacıların da diğerleri gibi halkı boş vaatlerle oyaladığını söylüyor. Şaşırmadım. Demokrasinin tabiatında vardı herhalde bu durum. Kahve yoğun köpüklü. Hafif süt tadı var, ancak garip bir acılık da hissediyorum ağzımda.

Devam ediyor Zeki Efendi.Prizren Osmanlıca pür ve zerin kelimelerinin birleşiminden oluşuyormuş.Çok mücevher anlamına geliyormuş.Buranın fethi 1389’da halkın padişaha arzuhaliyle gerçekleşmiş.Sultan Murat şimdi 700 yaşında olan bir çınar dikmiş ve şu duayı yapmış:”Burası(Prizren) kıyamete kadar ezansız kalmasın!” Bu dua vesilesiyle komünizm dönemi dâhil bu şehir hiçbir zaman ezansız kalmamış.

Prizren şehir merkezindeyiz. Yerler parke taşlarla döşeli. Şehrin ortasından bir nehir akıyor Kastamonu’ da olduğu gibi. Nehrin üzerinde Mostar’ ı andıran küçük bir köprü var, insanlar oldukça bakımlı. Dışarıdan gelen biri buradaki insanların sürekli eğlendiklerini sanabilir. Oteldeyim. Saat 1:30. Zihnimde bu gün gördüğüm insan yüzleri, dükkanlar, camiler, köprüler, nehirler…

Yavaş yavaş dalıyorum uykuya…

ÜSKÜP

Bir göletin kıyısında, yüce dağlar arasında, muhteşem bir manzarada yine bir makkiato yudumlarken yazıyorum günlüğümün bu günkü kısmını. Üsküp e vardığımızda önce kuru fasulyeli köfte yedik afiyetle. Kuru fasulyeli köfte oluyorsa daha farklı lezzetlerle de karşılaşabileceğimi düşünerek sevindim. Ta ki ramstek e kadar. Bu meseleye ilerde ayrıca değineceğim. Yemeğin ardından herkes şehri gezmeye çıktı. Biz de orta yaşlı bir adama bitpazarını sorduk. Adam çok sıcakkanlıydı. Anlattığına göre elveda Rumeli dizisinde oynamış. Bize Üsküp hakkında bilgiler verdi. Birlikte bitpazarına kadar gittik, ayrıldık. Üsküp’e gidilir de Yahya Kemal hatıra gelmez mi?

‘’Üsküp ki Yıldırım Bayezid Han diyarıdır

Evlad-ı Fatiha’ndan onun yadigârıdır.

Firuze kubbelerle bizim şehrimizdi o

Yalnız bizimdi, çehre ve ruhiyle biz’di o”

Haklıydı Yahya Kemal. Kendimi yabancı hissetmediğim bu yerde bana ait çok şey vardı. Ara sokaklarda ilerlerken bir çocuğa saat kulesinin yerini sorduk.Çocuk Türk’müş.Balkanlara özgü tatlı bir Türkçe’ yle konuşuyordu.Türkiye Türkçe’ sinde unutulmaya yüz tutmuş olan ve benim hassasiyetle kullanmaya çalıştığım Osmanlıca bir çok kelime on yaşlarındaki bir çocuktan gayriihtiyari sadır oluyordu.Çocuğun saat kulesinin merdivenlerinden inerken ‘’trabzanlara iyi tutunun” demesi ilgimi çekti.Çünkü ben belki bir Reşat Nuri, Halide Edip romanında rastlamıştım bu kelimeye sadece. Saat kulesinden görünen Üsküp manzarası şöyleydi: Gök kubbeyi boylu boyunca yaran minareler ve minarelerin üzerinden –dalgalanan kelime-i tevhid sancağını andırırcasına- ağır ağır geçen bulutlar… Etkileyici bir görüntüydü. Üsküp’te Murat Paşa ve Mustafa Paşa camilerini de ziyaret ettik Bu camilerde de çok fazla renk ve çiçek motifi vardı. Üsküp Kalesi, inşa edildiği yer itibarıyla güzeldi, ama yıkık dökük duvarlardan burasının yeterli bakımı görmediği anlaşılıyordu. Vardar Nehri’nin yanından geçerken birlikte Vardar Ovası türküsünü söyledik.

Vardar’ın Üsküp’te olduğunu öğrenmiş oldum böylece. Bu vesileyle türkülerimizin kültür ve medeniyet perspektifimiz üzerindeki etkisini yeniden idrak etmiş oldum. Daha önce hazırladığım Rumeli türküleri, bu coğrafyada müşahede ettiklerimi anlamlandırmada ve bunları yakinen hissetmede en büyük yardımcım oldu. Kanaatim odur ki: Vardar Ovası, Yemen Türküsü, Tuna Nehri, Drama Köprüsü gibi türkülerimiz unutulmadıkça –siyaset bilimciler ne derse desin- bu coğrafyalar bizimdir, aradaki siyasi ve askeri sınırlar anlamsızdır. Üsküp’te İslami hareketler içinde Vahhabilik maalesef aktif durumdaymış ve aşırı hareketleriyle tepki çekiyormuş. Geçmişten kopuk, nevzuhur İslam anlayışlarını, radikal tavırların başarısız olacağı muhakkak. Rumeli’nin İslamlaşmasını sağlamış tasavvuf büyüklerinin izlediği mutedil yolun islamın burada yerleşmesine ve kök salmasına vesile olduğunu ve olacağını asırlardır faaliyetlerini sürdüren tekkeler ispatlıyor. Küçük, şirin bir kiliseye de uğradık. Mimarisi ve iç dizaynı bir tekkeden çok farklı değildi. Öyle ki her tekkede muhakkak bulunan su kuyusu bile vardı burada. Gördüğüm manzara kültürlerarası etkileşimin çarpıcı bir örneğiydi. Ayrıca bir kilise çevredeki camilerden asla yüksek olamazdı tıpkı burada olduğu gibi.Bu arada Makedonya’nın bayrağındaki güneşin İskander-i Kebir’ i simgelediğini öğrendim.Akşama doğru İsa Beg Hanı’nın karşısında Adnan İsmaili ile görüştük.Adnan İsmaili nezaket ve vakarı şahsında mezcetmiş müstesna bir şahsiyetti.Balkanların genel durumunu çeşitli açılardan özetledi.Anlattığı bazı önemli bilgiler şunlar:Haç eskiden beri Sırpları temsil ettiğinden Müslümanları tiksindiriyormuş.Arnavut Azize Rahibe Tersa üzerinden Müslümanların bu tutumları giderilmeye çalışıyormuş.Her yerde heykeli bulunan Rahibe Terasa yardımseverliğin, fedakarlığın ve sevginin havarisi gibi sunuluyormuş.Sırplar ve Hırvatlar Üsküp’ün İslami çehresini değiştirmek için şehrin her tarafından görülebilecek kadar büyük bir haç dikmişler dağa.Oradan Harabati Baba Dergahı’na uğradık.Klasik tekke mimarisiyle geniş bir alana inşa edilmişti.İçeride bizi takkesi ve haydariyesiyle genç bir Bektaşi dervişi karşıladı.Duvarlarda Hz. Ali resimler,şeyhlerin fotoğrafları, itikadi açıdan problemli bazı figürler ve koç boynuzu vardı.Sanki İran-pers geleneğinden etkilenmiş Bektaşilik. Genç dervişle kısa bir sohbet yaptık. Kendilerinin de Müslüman olduğunu Bektaşiliğin bir din olmadığını vurguladı. Şu an postta bulunan şeyh Baba Reşat’ın tavrı da bu yöndeymiş ve böylece Müslümanları siyasal amaçlı bölme çabaları boşa çıkıyormuş. Ama içerde İslamın mahiyetiyle ilgili meselelere girince dini tamamen batına hapseden alevi-bektaşi yorumlarını duymamız fazla gecikmedi. Dervişe namaz kılıp kılmadıklarını sorduk. Cevap mealen şöyleydi: Yoksa siz günde sadece beş vakitle namaz kıldığınızı mı sanıyorsunuz? Halbuki biz bilinen namaz hareketlerini yapmasak da her an namazdayız.

Üsküp’te Müslüman gençlerin kurmuş olduğu Köprü Derneği’nin faaliyetleri Makedonya’nın geleceğine ilişkin ümidimizi artırdı.

MANASTIR

Son dönem Osmanlı siyasi tarihini derinden etkileyen önemli bir şehirmiş Manastır. Abdülhamid rejimini yıkma planları burada yapılmış, İttihat ve Terakki’nin önde gelen liderlerinden her biri Manastır’ın rahle-i tedrisinden muhakkak geçmiş. Eski adı Kırk Kilise olan Kırklareli’nde valilik yapmış bir paşa Manastır’a atanınca, kendisine bu görevi almamasını Manastır’ın tehlikeli bir yer olduğunu söylemişler. Paşa da müstehzi bir edayla şu cevabı vermiş:”Kırk kiliseyi idare eden bir Manastır’ı yönetemez mi?”Cevabı tarih vermiş: Başarısız olan paşa bu şehirden sürülmüş. Manastır’ın ortasında var bir güzel, diye başlayan türküyü hatırlayınca acaba Osmanlılar bunca siyasi entrikaya Manastır’daki bu güzeller sebebiyle mi tahammül etmişler diye sormadan edemedim. Manastır’da Mustafa Kemal’in okuduğu Askeri İdadi’yi ziyaret ettik. Kapısının üzerinde büyükçe bir Osmanlı Tuğrası bulunan okul binası, günümüz liseleriyle kıyaslanamayacak kadar görkemli ve asildi. Burayı gördükten sonra Mustafa Kemal’in yetişmesinde bu okulun mimarisinin de pay sahibi olduğunu düşünmeye başladım. Ayrıca yolda ‘’Ne şehittir ne gazi, pisipisine gitti Niyazi” darbı meselinin kahramanı olan, ittihatçı Resneli Niyazi adına yapılmış bir binayı da gördük. Burada nikâh töreni yaptıran bir Türk aileyle de karşılaştık. Anlaşılan Türkler, cemiyetlerini Türk tarihi için önemli olan yerlerde gerçekleştirmeye gayret ediyorlar.

OHRİ

Makedonya’daki bir sonraki durağımız Ohri’ydi. Burası Ohrid Gölü’nün kıyısına kurulmuş küçük, şirin bir tatil şehriydi. Ohri’de ilk uğradığımız yer Halveti Tekkesi oldu. Tekke ilk bakışta İstanbul’daki Cerrahi Tekkesi’ni andırsa da ona göre çok sadeydi.Bir çok tekke de olduğu gibi avluda bir kuyu, içerde ise nadide hat eserleri vardı.Duvarda asılı olan bir tabloda bu dergahın Taç’ı tasvir edilmişti. İmam kısaca tekkeyi tanıttı bize. Her gün zikir yapılıyormuş. Oldukça aktif olan tekke yurtdışından gelen misafirlerin ilk uğradıkları yerlerdenmiş. Tekkenin son ziyaretçileri ise Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile Cerrahi Dergâhı Şeyhi Tuğrul İnançer olmuş. Burada tekkelerin geçmişteki fonksiyonlarını nispeten devam ettiriyorlar. Tekkeye namaz ya da zikir esnasında gitmek sanıyorum daha iyi olurdu. Böylece buradaki tekke adabı ve usulü görülür, farklılıklar müşahede edilirdi.Tekkenin atmosferine uygun olarak avluda ve çevredeki Türk evlerinde renk renk, çeşit çeşit çiçekler vardı. Herhalde dervişler, ‘’Sordum sarıçiçeğe…” ilahisini okurken avludaki çiçekleri gözlerinin önüne getirip tefekkür ufuklarında hızla yükseliyorlardır.

Tekkeden çıkıp şehri gezmeye başladık. Önce gölün üzerine çarpan güneş, oradan sahildeki konakların camlarına yansıyordu. Ahmet Haşim akşam temalı şiirlerini tam da böyle bir zamanda ve mekânda yazmış olmalı.”Sular mı yandı, neden tunca benziyor mermer? / Bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta / kızıl havaları seyret ki akşam olmakta.”

Sahilden yukarı doğru yürüyoruz. Kenarlarında cumbalı evler, eski konaklar bulunan Arnavut kaldırımlı dar sokaklardan geçiyoruz. Kulağıma konuşma, müzik ve kahkaha sesleri geliyor. Ohri’nin ortasında üzerinde pelerine benzer tek parça kırmızı kıyafet bulunan uzun saçlı bir adam otantik inka müzikleri çalıyor. Başında Kızılderililerin taktığı türden bir tüy var. Asalet sembolü olsa gerek. Başka yerde olsa sizi şaşırtacak olan bu garip kılıklı adam mekânın atmosferine o kadar yakışıyor ki insanın: ”Ben de zaten böyle bir şey bekliyordum” diyesi geliyor. Devam ediyoruz yürümeye. Yine cumbalı evler, ahşap saatler, hediyelik eşyalar satan küçük dükkânlar, güneş ışığının yansımasıyla oluşan harika görüntüler, flüt çalarak para toplayan küçük çocuklar ve daha birçok şey çıkıyor karşımıza. Biz tekrar kırmızı pelerinli adamın ve fıskiyenin olduğu meydana dönüyoruz. Bir kafeye oturuyoruz ve İngilizce, makkiyato istediğimizi söylüyoruz. Garsonun”Türkçe konuşsana be abi! ‘’ cevabı bu tür sürprizlere artık alışmış olduğumuzdan bizi çok da şaşırtmıyor. Balkanlarda gittiğim her yerde bir Türk’e rastlamayı arzuluyordum, burada karşılaşacağım Türk buymuş, diye geçiriyorum içimden. Vakit ikindi-akşam arası. Boylu boyunca uzanan sokağa bakıyorum. Dükkanların çevreye yaydığı rengarenk ışıklar, artık kırmızılaşmaya başlayan güneş ışığı sokağın tertemiz parke taşlarını üzerine yansıyor. Kulağıma gelen her tak sesi Debreli Hasan’ın martininin sesini hatırlatıyor bana. Ya ben buralara aidim, ya buralarda bana ait bir şeyler var. Hala Makedonya demek büyük ölçüde Üsküp demek benim için. Hafif esen rüzgâr kulağıma yine Yahya Kemal’in mısralarını fısıldıyor sessizce:

‘’Üsküp ki devamıydı Şar Dağı’nda Bursa’nın

Bir lale bahçesiydi dökülmüş temiz kanın,

Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene;

Biz sende olmasak da sen bizdesin gene.”

ARNAVUTLUK- ELBASAN

Arnavutluk sınırında da bir süre beklemek zorunda kaldık.Tabi bu kötü sürpriz sebebiyle beklerken Arnavutluk’la alakalı bilgiler konusunda zihnimi şöyle bir yokladım. Osmanlı kültüründe Arnavut denilince ilk akla gelenler eşkıyalar ve zaptiyeler olurmuş. Bu durum günümüzde de çok değişmemiş olmalı ki, hâlihazırda Avrupa mafyasının büyük bölümünü Arnavutlar ellerinde tutuyorlarmış.

Bu ülkede ilk gittiğimiz yer eski bir Türk şehri olan Elbasan oldu. Şehrin ortasında Osmanlı yadigârı eski bir Osmanlı kalesi vardı. İçerde yıkılmış tarihi eserler ve eski evler vardı. Yine kale içinde olan İbni Abbas Camii, İkinci Bayezid zamanında askerler tarafından yapılmış. Kaleye yakın bir yerde, şehir meydanında büyük bir saat kulesi vardı. Bu saat kulelerini fonksiyonel olmaktan çok sembolik bir anlamı varmış gibi geliyor bana. Tarihlerinin çok eskiye dayandığını sanmadığım bu mimari yapılar hakkında bir araştırma yapmalıyım. Nitekim Charlie Chaplin, Modern Times adlı filminde modern dünyadaki zaman algısındaki kırılmaya dikkat çekmek için kamerayı sık sık şehirlerdeki saat kulelerine ve fabrika içindeki devasa saate çeviriyordu. Şehir, saat gibi işleyen büyük bir fabrika olarak tasavvur edilince her şehir merkezinde bir saat kulesi kaçınılmaz oluyor, mesajı veriliyordu filmde. Chaplin haklıysa şunu diyebiliriz ki Moskova marka saatin pili bitti. Washington’unkinin daha ne kadar dayanacağını da tarih gösterecek.

TİRAN

Elbasan’dan sonra istikametimizde başkent Tiran vardı. Burada ilk dikkatimi çeken şey komünist Enver Hoca rejiminin yaptığı tahribatın kendini her yerde derinden hissettirmesiydi. Cebri modernleşme sürecine maruz kalmış diğer ülkeler gibi Arnavutların da tarihleriyle bağlantıları koparılmaya çalışılmış, yeni bir tarih yazılmış. Bu minvalde Osmanlı dönemi esaret ve zillet dönemi ol arak okutulmuş okullarda. Ülkedeki Osmanlı izleri -özellikle komünizm döneminde- tarihi camiler, kaleler ve sembolik değer taşıyan diğer İslam eserleri yıkılmak suretiyle silinmeye çalışılmış. Osmanlı Paşası iken padişaha isyan eden – onların tabiriyle-Skender Beg Arnavutların milli kahramanı olmuş, her yerde bulunan heykelleri diğer doğu ülkelerindeki benzer simaları hatırlatmıyor değil. Şehrin merkezinde bile dikkatlerden kaçmayan altyapı hizmetlerinin yetersizliği sanıyorum yine komünist rejimin mirası. Öyle ki bazen bir sokakta yürürken başınızı kaldırdığınızda gördüğünüz ilk şey boylu boyunca uzanan kablolar oluyor. Şehir içinde eski araç sayısı çok fazla. Herhalde Avrupa’nın ikinci el araçları kullanılıyor burada. Yine şehir merkezinde inşaat halinde bulunan binalardan, şehirdeki imar faaliyetlerinin hala devam ettiği anlaşılıyor.

Tiran’ın merkezinde Ethem Bey Camii’ne giriyoruz. Bu caminin işlemeleri diğerlerininkinden biraz farklı. Şimdiye kadar gördüğüm camilerin işlemeleri daha basit ve renkli iken burası daha ince bir işçilikle sanatlı bir tarzda işlenmiş. Minberden kubbeye, duvarlardan sütunlara kadar hiçbir yer ihmal edilmemiş.

Camiden çıkıyoruz. Tiran’ın gezdiğimiz kısmında Ethem Bey Camii ve bir kısmı yıkılmış eski Osmanlı kalesi dışında Müslümanlığı hatırlatacak çok fazla şey görmemiştim. Yürürken başını Türk usulü örtmüş yaşlı bir kadın çarpıyor gözümüze. Önünde bir tartı duruyor. Yanına gidip kimimiz resim çekiniyoruz teyzeyle, kimimiz tartılıp ona para veriyoruz. Bizi görünce gözleri parlıyor. Yaşına göre oldukça dinç ve sağlıklı görünen kadın heyecanla bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Adı Saniye’ymiş, Arnavut’muş. Kadının sevincinin Türk olduğumuzu anladığından mı yoksa beklediğinin üzerinde para kazanacağından mı kaynaklandığını çözemiyorum. Tartıcı Saniye Teyze kendisi farkında olmasa da İslam’ın yaşayan önemli bir sembolü gibi görünüyor gözüme. Bizi yarı Arapça yarı Arnavutça dualarla uğurluyor teyze. Zihnimde teyzenin parlayan gözleri, tertemiz yüzü ve büyükçe başörtüsü… Ayrılıyoruz.

Bir sonraki durağımız olan Alsar Vakfı’na geçiyoruz. Vakıf, üzeri kablo dolu sokaklardan birinde büyükçe bir handa. Önce vakıftaki bir görevliyle kısa bir sohbet yapıyoruz. Bu gün şu an itibariyle üç buçuk saatlik bir yolculuk yaptık. Tabi ki yorulduk ve acıktık O sebeple öğlen yemeğini merak ediyorum. Yine daha önce aklıma gelmeyen, benim için sürpriz olan bir yemek vardı menüde: balıklı ve ahtapotlu büyük pizzalar. Ben balıklısını tercih ettim. Bu tada çok alışık olmasam da pizzaların, bu işi iyi yapan bir yere sipariş edildiğini anladım

Yemekler yenildi, vakfın bir önceki dönemde başkanlığını yapmış olan Tahir Zeynel Hasan Bey’le tanıştık. İtiraf etmem gerekirse Arnavutluk’ta şimdiye kadar gördüklerimden dolayı karamsar bir hava çökmüştü üzerime. Tahir Bey’in ümitli, şevkli ve heyecanlı hali bizleri ferahlattı. Anladım ki sadece buradaki Müslümanların heyecanı görmek bile yeterdi gelecekten ümitli olmaya. Öyle ya, Allah her daim inananlarla beraberdi. Hâlbuki bunu biliyorduk, ama galiba gerektiği kadar inanmıyorduk. Anlattıklarını dinlerken kendimi, eski bir doğu bilgesinin dilinden(bunu her iki anlamda da kullanıyorum) ayaküstü dökülen hikmet kırıntılarını kaçırmama telaşı içinde olan hikmete aç bir taze derviş gibi hissettim. Samimi, içten, basit(yalın) ve derin… Evet, evet. Hikmet dedikleri buna benzer bir şey olsa gerek. Basit olduğu için derin, ya da derin olduğu için basit. Nitekim girift olan, insanı zahirle meşgul ederken deruni olana ulaşabilmeyi zorlaştırır. Ve zahiri meşakkatlerle meşgul olan kişi, hayli yol aldığını sanarak aldatır kendini çoğu kez. Hâlbuki basit olan böyle midir? Çok kimsenin vurmaya tenezzül etmediği o kapıyı çalan nice garipler, kısa yoldan aşmışlardır dağları, ovaları. Basitlik. Uzun süredir farkında olmadan ihtiyacını hissetmiş olduğum bu tılsımlı kelimenin ifade ettiği ulvi manayı, bundan sonra birçok şeyi anlamada ve idrak etmede bir remz olarak kullanacağım. Huzur doluyum. Yüce Allah’a vecd içinde şükrediyorum. Bu faslı burada kapatıyor ve kaldığım yerden devam ediyorum.

Konuşmasına, bizimle karşılaşmaktan duyduğu memnuniyeti çocuğun annesini görünce duyduğu heyecan ve mutluluğa teşbihle ifade ederek başladı. Ne kadar riyadan uzak, içten ve yalın bir benzetmeydi bu. Bu konuşmayı not etmeyi zaruri gördüm. Aşağıdaki cümleler doğrudan Tahir Bey’e ait:

‘’Dünyaya arı gözüyle bakmalı, sinek gözüyle değil. Arı çiçekleri görür, sinekse pislikleri. Şunu biliyoruz ki; bu gün istenen durumda olmasa da Arnavutluk’ ta İslam yeni bir şey değil. Takdir edersiniz ki bir insanın hastalık dönemi genele şamil edilemez. Bu sebeple biz burada günümüz olumsuzluklarını değil, balkanlarda geçmişten günümüze İslam’ın seyrini konuşacağız. Günümüzde, balkanlarda ve diğer İslam topraklarında Müslümanların etkisi ve birbirleriyle olan iletişimleri artmış durumda. Bu gün Tiran’dan Kosova’ya tüneller vasıtasıyla sadece iki saatte gidilebiliyor. Ahmet Davutoğlu’na Üsküp’te, Türkiye’de kaç milyon Arnavut var diye soruyorlar. Şu cevabı veriyor: ‘Yetmiş milyon.’ (Milli Şairimiz bile Arnavut değil mi? M.A.)Balkan Müslümanları artık daha entelektüel. İslami hareketler öğrencisiyle, münevveriyle, işadamıyla oldukça canlı. Burada misyonerler de aktif Bektaşiler ve Sünniler ayrı din gibi lanse edilmeye çalışılıyor. Bektaşi şeyhi Baba Reşat bu çabaları boşa çıkarıyor. Müslümanlığını vurguluyor. Yani sorun varsa bizim içimizde. Bize dışarıdan zarar veremezler.”Karanlık, ışığın olmamasıdır.”Avrupa’ya okumaya giden öğrencilerimiz, oradan kimliklerinin farkına daha da varmış ve şuurlanmış bir halde dönüyorlar elhamdülillah. Çaba bizden, başarı Allah’tandır.”

İŞKODRA Vakıftakilerle vedalaşıp oradan İşkodra Kalesi’ne geçtik. Osmanlılardan önce işkodra Gölü’nü ve ş ehrin bir kısmını görenhakim bir tepeye kurulmuş olan kaleden Dirin ve Bora nehirleriyle İşkodra gölünün manzarası seyrediliyor. Kalenin içinde kilise, cami ve küçük bir Türk Sarayı var.Nehrin kollarını yardığı yeşil toprak parçaları ve yer yer oluşan küçük adacıklar tarifi imkansız bir seyir zevki sunuyor bize.Güneş yavaş yavaş terk ediyor İşkodra’yı, biz de bu geceyi geçireceğimiz yurda doğru yol alıyoruz.Arnavutluk’la ilgili bu gün öğrendiğim son şey para biriminin Lek olduğu.Bunu ilk defa duydum.

KARADAĞ – ULÇİN

Karadağ sahillerinde… Şu an Karadağ’da denize nazır bir otel odasında, pencereden dışarıyı seyrediyorum. Önce sağdaki kale çarpıyor gözüme. Kale doğal olarak bir tepede. Kalenin solunda ise bir koy, koyda kumsal, şemsiyeler ve birkaç yat görünüyor. Uzaktan uzağa kahkahalar ve bağırış sesleri geliyor. Koyun ilerisi Adriyatik. Denizin küçük bir iç deniz olmamasına seviniyorum. Deniz ve denizcilerle tanışmam çocukken okuduğum romanlar vesilesiyle olmuştur. Robinson Crusou ve Jules Verne romanlarından edindiğim intibaıyla denizlerin ve okyanusların karşı kıyısı görünmeyecek kadar büyük olduklarını düşünürdüm. Gemidekilerin kara göründüğünde sevinç çığlıkları atacakları kadar ya da umman kelimesini karşılayacak kadar büyük. O sebeptendir ki ne o güzel manzarasıyla, boğazıyla Marmara denizi, ne de İzmit Körfez’i tatmin etmiştir beni. Şu an, baktığımda karşı kıyılarını görmediğim yüce bir denizi seyri temaşa etmenin hazzını yaşıyorum doyasıya.

Bundan sonra hedeflediğim şu: Çevresinden bakılınca hiç kara parçası görünmeyen koca okyanusta bir gemi yolculuğu yapmak. Çünkü bana göre deniz odur ki: Allah’ın, insanoğluna mavera özlemini bir nebze olsun dindirsin diye yarattığı lutfu… Maddi âlemden madde ötesine uzanan bir kudret eli. O deniz ki bana çok şey söyledi, söyleyecek, söylemeli…

Denizle göğün birleştiği ya da ayrıştığı o çizgiye bakıyorum uzun uzun. Sonra öğlen yemeği için dışarıya çıkıyoruz. Otantik bir lokantadayız. Burası ağlarla, oltalarla, sekiden gemilerde kullanılan küplerle, kaptanın kullandığı araç gereçlerle insana, eski bir balıkçı kulübesindeymiş hissi verecek bir biçimde tasarlanmıştı. Siparişleri almaya gelen garsona bazıları balık söyledi, ben de farklılık olsun diye dana bifteği olduğunu öğrendiğim ramstek istedim. Garson en az bir saat sonra getirdi siparişleri. Benim tabağımda patates kızartması, pilav ve et parçası vardı. Ben eti kesmeye başlayınca içinden kanlar sızmaya başladı. Bir iki parça denemek istedim, ama ağzıma gelen kan tadı beni tiksindirdi. Eti bıraktım, karnımı patates ve pilavla doyurdum. Bir daha da tam olarak ne olduğunu öğrenemediğim bir şeyi yemedim.

Uğradığımız yerlerde ağız tadıma uygun bir içecek bulamıyorum. Meyve sularının tadı ilaç gibi, ayranları da acayip. Prensip olarak karşı olduğum Coca Cola’yı tercih etmek mecburiyetinde kalıyorum. Daha sonraki yemeklerdeyse Coca Cola ürünü olsa da vicdanen biraz olsun rahatlamak ve colanın sembolik etkisinden kurtulmak için Sprite’ı tercih ettim. Bu arada receptiondaki görevliden bulunduğumuz yerin Ulçin olduğunu öğrendim. Öğlenden sonra gruptakilerin çoğu sahile yüzmeye gitti. Ben ve Latif yüzmeyi değil ulu çamların gölgesi altında çıplak toprağın üzerine uzanıp, rüzgârın uğultusunu, denizin şırıltısını, düşen kozalakların çıkardığı tak sesini dinlemeye ve hissetmeye verdik kendimizi. ‘’Toprağa dön, tabiata dön!” meselesi hani… Ardından Yusuf ağabey ve Latif’le şehri gezmeye çıktık. Sahil şeridini geçtikten sonra kaleye girdik. Doğallığı büyük ölçüde korunmuş olan kalenin yapısı yer yer Türk mimarisini andırıyordu. Kalenin içinde yine eskiden kalma taş evler vardı. Bu evlerin bazıları şahıslar tarafından kullanılırken bazılarıysa turistik amaçlı kiralanıyormuş. Bence en azından bir geceyi otel yerine bu evlerden birinde geçirmeliydik. Kaleyi gezerken duvarları ve minaresinin yarısı yıkılmış, yalnız mihrabı kalmış bir cami gördük. Kalenin üzerinden bir yandan denize, batmakta olan güneşe bakıyor, bir yandan da düşünüyordum: Her doğan güneş, bir gün muhakkak batacaktı. Güneş olup doğanlara, etrafı aydınlatanlara rahmet olsun.”Bu kırık abideyi yükseltecek taşta olanlar” kimler ve neredeler?

Grubumuzdakilerden bir kısmı kale içindeki evlerden birinde çay içmişler. Müslüman bir Arnavut çıkan ev sahibi misafirlerinin Türk olduğunu öğrenince para almak istememiş. Kaleden dönerken sahilin hemen karşısında inşaat halinde bulunan bir cami dikkatimizi çekti. Sahilin bu kadar yakınına yeni bir cami yapılması bizim için alışılmadık bir durumdu. Öğrendiğimize göre Ulçin, Alanya’yla kardeş ilçe olmuş ve bu cami, komünizm döneminde yıkılan bir Osmanlı camiinin yerine Alanya halkının desteğiyle yaptırılıyormuş. Bu cami Alanya’da yapılsa rejim tartışmalarını tetiklerdi herhalde. Buradaysa herkes kendi halinde. Plajdakiler, beş vakit okunan ezandan da şikayetçi değiller anlaşılan.

KARADAĞ-BAR

Şimdiki durağımız Bar Kalesi. İtalyanlar tarafından inşa edilmiş olan kale 15. Yüzyılda Osmanlılar tarafından savaşsız alınmış. Orada caminin hizmetiyle ilgilendiğini söyleyen bir Türk’le tanıştık. Adı Yıldırım Beyazıt’mış. Ayaküstü konuştuk, çok memnun olduğunu buraların hala Türk’leri beklediğini söyledi. Hatıra olsun diye buradan bir kupa bardak aldım.

KARADAĞ-BUDVA

Budva, sahili ve kalesiyle oldukça büyük bir yer. İçerde çarşılar, kafeler, hediyelik eşya satan küçük dükkanlar ve seyyar satıcılar var. Zaman zaman turistlerin ilgili bakışları arasında ilahiler söylüyoruz. Seyyar satıcılardan aldığımız basit flütler de enstrümanımız oluyor. Buraya en az bizim kadar yabancı olan diğer turistler, buraya ait bir kültür olup olmadığını merak ettiklerinden böyle şeylere dikkat kesiliyorlar. Nereden bilsinler biz Türklerin hiçbir yerde kendilerini yabancı hissetmeyeceklerini, dahası farklı bir kültür görmek için gittikleri yere bile –diğer turistler gibi pasif olamayıp- gayriihtiyarî kendi kültürlerini götürdüklerini. Bir dükkânda börek yiyip arabaya geçiyoruz. Buraya dair aklımda kalan iki ilginç görüntü: Elinde purosuyla Latin Amerikalı bir devrimciyi andıran Lütfi Abi. Turist şapkası, gözlüğü ve fotoğraf makinesiyle tıpkı bir Polonyalı turist olan Ramazan Abi. Yine yola çıkıyoruz. Bu defa istikametimizde Hırvatistan var. Şoförümüz Luka’nın virajlarda hızlanmasına alışmış olmalıyız ki, ilk zamanlarda virajları hızla dönerken duyduğumuz heyecan, ürperti ve infial hali yerini kayıtsızlık, muhabbet ve uyuklamalara bırakıyor.

HIRVATİSTAN-DUBROVNİK

Karadağ’dan Hırvatistan’a girdik. Normalde bir ülkenin sınırından çıktıktan sonra diğer ülkenin sırından giriyorsunuz. Yani her iki ülke sınırında ayrı ayrı pasaport kontrolünden ve işlem yaptırıyorsunuz. Fakat Karadağ’dan Hırvatistan’a girerken iki ayrı işlem görmedik. Tek kontrol noktası vardı. Yani tek işlemle bir ülkeden çıkıp diğerine girmiş olduk. Öğrendiğime göre siyasal ilişkilerin iyi olduğu sınır ülkeleri ticari ve kültürel ilişkileri geliştirmek için bu tür bir uygulama yapıyorlarmış sınır kapılarında. Tabi bunun için öncelikle iki ülkenin birbirine güvenmesi gerekiyor, aksi halde siyasal krizlerin doğması muhtemel. Türkiye-Suriye sınırı da, son dönemde izlenen yakınlaşma politikası çerçevesinde buradaki gibi tek kontrol noktasına indirilecekmiş. Dubrovnik’te önce otelimize yerleştik. Akabinde bir lokantaya gittik. Ben ramstek meselesinden sonra bu defa ihtiyatlı davranayım dedim, diğer çeşitlere göre daha yakından tanıdığım spagettiyi tercih ettim. Bu arada Hırvatistan’la ve Dubrovnik’le alakalı bilgi edineyim dedim. Başkent Zagrep’miş. Dubrovnik’se tarihi ve turistik bir şehirmiş. Dubrovnik Kalesi, İlirler tarafından inşa edilmiş, sırasıyla Yunan, Bizans, Osmanlı, Avusturya-Macaristan, Yugoslavya ve Hırvatistan tarafından kullanılmış. Yemekten sonra kaleye gittiğimizde gördüm ki, her millet kendi mührünü vurmuş buraya. Kalenin içinde bir Hıristiyan eseri olarak, sanatlı mimarisiyle dikkat çeken devasa bir katedral var. Kalenin girişinde üzerinde heykeller bulunan büyük çeşme ve yer yer göze çarpan insan figürleri, heykelcikler de buradaki Yunan-Bizans izleriydi herhalde. Osmanlı’nın da eline geçmiş olan bu kalede merakla Osmanlı izi aramaya başlıyorum. Kalenin kapısı yukarıdan aşağıya doğru açılıyor, kenarlarında zincirler var. Kalenin duvarları ve yol arasında biraz mesafe var, kapını altında ise -denizin girintisi olsa gerek- bir su birikintisi görünüyor. Kale kapısında eski asker kıyafetler giymiş iki adam ellerinde mızrak, bellerinde kılıç gelenleri karşılıyorlar. Yürümeye devam ediyorum. İnsanların toplandığı bir yere yöneliyorum merakla. Omuzlarında rengârenk papağanlar, başında kırmızı bandana, elinde eski tek atımlık silah tek gözü bağlı korsan kıyafetli bir adam görüyorum. İnsanlar, bu adamla ve papağanlarla resim çekinmek için yarışıyorlar. Çocukluğumda okuduğum korsanlık ve deniz maceralarını hatırlatıyor bu görüntü. Bu adam bana, başarısız bir korsanlık girişimi sonrasında krallık askerleri tarafından esir alınmak üzereyken birden kendisini yüz yıl sonrasında bulmuş şaşkın bir korsan gibi göründü. İçinde bulunduğu durum onuruna dokunuyordu sanki. Zihnimden, algılayamadığım yüzlerce ses ve görüntü hızla geçerken zaman zaman Türkçe konuşmalar duyuyorum. Burada yüzde iki oranında Türk varmış. Bir ara mescit arayacak oluyorum, karşıma Veli hoca çıkıyor. Mescidi tarif ediyor. Kendisi, kimseye sormadan, insiyaki bir şekilde bulmuş mescidi. Kendisi söylemese de biz anlıyoruz:”Buldurulmuş!” Böyle bir yerde bir İslam mührü, bir mescit görmek, sevindiriyor beni. Bu gün miraç kandili. Bosnalı bir imamın arkasında akşam namazını eda ediyoruz. Nereli olduğunu bilmediğimiz birkaç Müslüman, Türkiye’den gelen bir turist ve Bosnalı imam kandillerimizi tebrik ediyor, ayrılıyoruz. Bir gün daha nihayete eriyor böylece…

BOSNA’YA DOĞRU

Hırvatistan’dan Bosna’ya doğru yol alırken denizin cazibesine kapıldık, programda olmasa da buraya kadar gelmişken Adriyatik Denizi’ne girelim dedik. Denizin altı biraz taşlık olduğundan, bazılarının ayağı kanadı. Ama her şeye rağmen su çok güzeldi. Palmiyeleri ve yatlarıyla küçük bir tatil kasabasıydı burası. Minibüste giderken bir yandan solumuzdan kayıp giden denize bakıyorum. Çok fazla ada görünüyor. Rehberimizin söylediğine göre Hırvatistan’da irili ufaklı toplam 1100 ada varmış ve bunların 500 kadarı aktif durumdaymış. Hırvatistan’da ekonominin büyük bir kısmını oluşturan turizm gelirleri sayesinde kişi başına düşen milli gelir 11.000 dolar civarındaymış. Birazdan Bosna sınırından geçeceğiz.

BOSNA HERSEK

Bosna Sınırı’ndan geçtik. Cuma’yı bir camide kıldık. Boşnakça okunan hutbe hayli uzun sürdü. İmam, Srebrenitsa katliamının yıldönümü olduğu için şehitlere dua ediyordu anladığım kadarıyla. Yolda Poçitel kalesine çıktık. Süremiz kısıtlı olduğundan burada çok fazla durmadık. Bir sonraki durağımız Balagay tekkesiydi. Balagay Nehri Tekkenin yanındaki devasa kayalıkları yarıp yeraltına giriyor. Tekke iki katlı. Birinci kat, hatlar, tezhipler ve çeşitli işlemeler olan tablolar var. Ayrıca küçük bir çay ocağı ve kitapçı mevcut. İkinci katta ise iki oda, mutfak, çilehane olduğunu sandığım küçük bir bölüm görüyorum. Odalardan birinin penceresi kayalıklara ve nehrin bittiği yere bakıyor. Diğer odada yerdeki kocaman sofrayı görünce tekke usulünde tek sofra etrafında oturularak bir tabaktan yemenin adaptan olduğunu hatırlıyorum. Aynı odadaki küçük şömineyi fark ediyorum. Şimdi turistik bir hale gelmiş olan bu tekkenin yıllar önceki halini hayal edince, burasının ağaçları, dağları, kuşları ve nehirleriyle Yüce Yaratıcıyı tefekküre sevk eden uhrevi bir mekân olduğunu derinden hissediyorum. Anlıyorum ki manevi tekâmül için bulunulan yer çok önemli. Tekkenin gölgesinde, nehrin kıyısında çaylarımızı ağır ağır yudumluyoruz. Ayrılıyoruz.

MOSTAR

Balkanlarda İslam medeniyetinin belki de en önemli sembolü. Bu sembolik anlamı sebebiyle İslam düşmanlarının sürekli hedefinde olan bu köprü, son olarak 1995’te Bosna Savaşı sırasında yıkılmış. 7-8 yıl önce Türkiye’nin desteğiyle yeniden yapılmış. Mostar Köprüsü 16. Yüzyılda Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayrettin tarafından inşa edilmiş. Mimar Hayrettin, daha önce bu kadar büyük köprü yapmadığı için önce Mostar’ın 15-20 metre ilerisine Mostar’a benzer ama ondan biraz daha küçük olan bir köprü yapmış. Mostar’ı ondan edindiği tecrübeyle sağlam ve dayanıklı bir şekilde inşa edebilmiş. Rivayete göre şehrin erkekleri kendilerini nişanlılarına ispatlamak için köprüden nehre atlarlarmış eskiden. Şimdi de turistlere gösteri yapmak için parayla atlıyorlar. Mostar manzarası savaşlarla beraber kazınmıştı hafızama. Bu köprüyü yakından görünce değişik duyguları bir arada yaşadım. Lise döneminden zihnimde kalmayı başarmış birkaç kelime dahi esnaflarla anlaşmamda yeterli oldu. Türkiye’den geldiğimizi duyduklarında çok memnun oluyorlardı. Orada yaptığım sohbetlerden edindiğim intiba beni şu kanaate ulaştırdı: İslam birliği salt siyaset üzerinden gerçekleştirilecek bir proje olarak algılanmamalı. Belki gelişen sosyal, siyasal ve kültürel ilişkilerin üzerinde kendiliğinden yükselecek, İslam medeniyetinin yeniden dirilişini sağlayacak nihai nokta olacaktır. Şu anda yapılması gereken, İslam coğrafyalarında yaşanmış farklı tecrübelerin, buralarda ortaya çıkan kültürel mirasların paylaşılması, siyasal sınırları -anlamsızlaştıracak derecede- ilişkilerin geliştirilmesidir. Mostar’dan, Besmele ve Fatiha’nın Mostar Köprüsü şeklinde hatla yazılmış olduğu bir tablo aldım. Kendime Mostar’dan aldığım en önemli şey, Aliya’nı asker kepiydi. Koski Mehmet Paşa Camii, ince ve estetik işlemeleriyle, minberin sağında ve soluna asılmış biri yeşil diğeriyse kırmızı zemin üzerinde hilal ve yıldız olan bayraklarla zihnime nakşoldu. Uzun süre tatil bölgelerinde olduğumuzdan dolayı duyamadığımız ezan sesini Mostar’da yeniden işitince kirlendiğini hissettiğim kalbim, adeta manevi bir abdest aldı, üzerindeki kirlerden arındı. Çoraklaşan ruhum ab-ı hayata kavuştu. Türkiye’de beş vakit işittiğimiz ezan biz farkında olmasak da inşa etmiş demek ki bizi. Bunu farkına vardım şu an itibarıyla.

Saraybosna’ ya doğru yola çıktık. Öğlen yemeğimiz kuzu çevirmeydi. Kuzunun tuzlu körpe eti oldukça lezzetliydi. Lokantanın yanında akan buna nehrinin üzerine akseden dağın görüntüsü doyumsuz bir seyir zevki sunuyordu. Saraybosna”ya varmak üzereyiz. Bir sonraki bölümdeyse Saraybosna izlenimlerimi yazacağım. Yazacaklarım, şimdilik bu kadar.

SARAYBOSNA

Saraybosna’da Uluslar arası Balkan Üniversitesi’nin arkasındaki yurttayız. Yurt müdürüyle muhabbet ediyoruz. Müdürün anlattığına göre burada yurt kültürü yokmuş ve bu sebeple üç yıldızlı otel kalitesindeki bu yurtta dahi kontenjanlar dolmuyormuş. Yurt savaş sonrasında inşa edildiği için duvarları çelik olan bir sığınak şeklinde inşa edilmiş. Ne var ki bir sürü mühendislik hatasıyla malulmüş. Yurda gelirken yolda Bosna savaşında çok stratejik görevler üstlenmiş olan tünele gittik. Tünelin hemen karşısında bulunan İgman Dağlar’ında savaşmış mücahitler. Bir ucu havaalanına dayanan bu tünel vasıtasıyla dışarıdan gelen yardımlar ve askeri techizat cepheye gönderiliyormuş. Ayrıca diplomatik ilişkilerin kurulması da bu tünel sayesinde mümkün olmuş. Uzunluğu 800 metre kadarmış. Saraybosna’nın savaştan önceki nüfusu beşyüz yirmidokozbin kadarmış. Son yapılan nüfus sayımıyla karşılaştırmalı. Şu anda Boşnak, Sırp ve Arnavutların mahalleleri ayrıymış.

Şu anda Gredebosna’da Saraybosna’nın içinden geçen Neretva ırmağının kaynadığı yerdeyiz. Altta çimenlikler üstte yemyeşil yapraklarıyla ağaçlar… İki yeşillik arasındayız. Her yerde nehrin kolları, köprüler, göletler var. O kadar güzel bir manzara var ki Kuran’daki ‘’altından ırmaklar akan cennet” ibaresi bana artık daha anlaşılır geliyor. Bir göleti seyre dalıyorum. Buradaki şelalecikler ışığın su üzerindeki bin bir rengini seyr-i temaşa etme imkânı sunuyor. Gayet mütevazı, halinden memnun yüzen ördekler, seyredildiğini muhakkak farkında kasım kasım kasılan kuğular, insanların yanına kadar gelip oradaki palamutu almaktan çekinmeyen cesur sincaplar burada müşahede ettiklerimden bazıları. Ihlamur ağaçları, bir Balkan misafirperverliğiyle çok uzaklardan gelen konuklarına mis gibi kokusunu cömertçe dağıtıyor. Küçük sincap, belki de ilk defa insanlara bu kadar yaklaşıyor ve gizliden gizliye poz veriyor. Aralanan hikmet perdesi arkasından Yüce Allah’ın cemal ve cemil sıfatları tebessüm ediyor. Zihnim ve gönlüm dolu bir halde ağır ağır yürüyorum minibüsümüze doğru.

SARAYBOSNA’DA CEMALETTİNLATİÇ’LE SOHBET

Saraybosna içindeki gezintime dair kısımları daha sonra yazacağım. Şu anda Aliya’nın arkadaşlarından, devlet adamı ve Boşnak mili şairi Cemalettin Latiç’le bir sohbet yapıyoruz. Sohbetten bazı notlar:

Biz Aliya’ya inandık. Belki ona kadar öngöremiyorduk geleceği, ama ona bütün kalbimizle inanıyorduk. O hep geleceğin İslam’ın olduğunu söylüyordu ve zaman onu doğruladı. Üniversite’de önce az kişiydik, çoğaldık, çoğaldık ve bizi hapse attılar. Ümitsizliğe düşmüştük. Hapiste bir komünist polis bize dedi ki: Biz sizden korkmuyoruz! Biz de şaşırarak: Bizden niye korkasınız ki! Dedik. Şu cevabı verdi: Çünkü siz Aliya liderliğinde bir İslam Devleti kurmayı amaçlıyorsunuz. Gelecekte doğrulanacak olan bu kehanet o gün için bizi ümitlendirdi. Partimizin başa gelmesiyle İslamlaşma arttı, ama istenilen seviyeye gelmedi. Bizim şu anda en çok arzuladığımız, mevcut barışın devam etmesi. Barış devam ederse İslamlaşma tedricen gerçekleşecektir, diye düşünüyoruz. Şu partimizin siyasette çok etkin olmamasının belli sebepleri var. Bir: Halkımız İslamı sever; ancak kendisini onunla tanımlamaz, islamın siyasal boyutuna sıcak bakmaz. İki: Aliya gibi güçlü ve karizmatik bir liderimiz yok. Müslümanlar ve Sırplar arasındaki ekonomik savaş devam ediyor. Bosna’da işsizlik oranı %40 ve bunların çoğu Müslüman. Şu anda da ekonomik politikalar Müslümanların aleyhinde. Türkiye’nin AB’ye girmesi ve Bosna’ya AB çatısı altında sahip çıkması Boşnakların da menfaatinedir.

Allah, bizi inançsız bir sistemin hâkimiyetine girmekten korusun.

Başçarşı’da Gazi Hüsrev Bey Camii’ndeyim. Bu cami çevredeki çarşı, medrese ve bedestenleri de yaptırmış olan, Bosna fatihi Gazi Hüsrev Bey tarafından inşa ettirilmiş. Caminin ve yanındaki türbelerin hikayesi şöyleymiş: Hüsrev Bey’in kölesi İvan adında bir Hıristiyan’mış. İvan azad olunca Dubrovnik’e, bir papaz olan abisinin yanına gitmiş. Orada mutlu olamayan İvan, tekrar Hüsrev Beyin yanına dönmüş, Müslüman olmuş. Adını da Murat olarak değiştirmiş. Hayırsever biri olan Hüsrev Bey hayır işlerinin yanına getirmiş bu eski sadık hizmetçisini. Hüsrev Bey’e ölene dek sadık kalan Murat ölünce de efendisinden ayrılmak istememiş ve Hüsrev Bey’in hemen yanına gömülmüş. Daha da önemlisi yan yana olan bu iki Türbe arasında köle ve efendinin türbelerinin arsında mimari olarak bile bir farkın bulunmaması. Hüsrev Bey’in vakıflarının mütevellisi olduklarından Murat’ın sülalesinin adı mütevelliç olarak kalmış. Bu sülale hizmetlerini günümüzde de devam ettiriyormuş.

10:00 sularında vardık Saraybosna’ya. Saraybosna’nın modern bir batı kenti olduğunğ sanıyor, Osmanlı izlerinin Mostar’la sınırlı olduğunu düşünüyodum. Bu konuda yanılmış olduğuma sevindim. İlerde ayrıntılara değineceğim. Ancak genel olarak şunu diyebilirim ki: Saraybosna’da İslam kültür ve medeniyeti, Müslüman sanat ve estetiğiyle nakış nakış işlenen taşlarda, arkasında en az bir buçuk asır olduğunu hissettiren leziz böreklerde, Henüz kapitalizmin bütün boyutlarıyla hissedilmediğive esnaf kültürünün hissedildiği Başçarş’da, halkın günlük konuşmansı yerleşmiş olan Müslümanları kullandığı ortak kavramlarda derinden derine nefes alıyordu. Kulaklarınızı kapatır, Boşnakça konuşmaları işitmezseniz, kendinizi rahatlıkla Bursa’da, Konya’da ya da Kütahya’da bir çarşı içinde hissedebilirsiniz. Burası bakırcılar çarşısı, kumaşçılar hanı, çay ocakları ve seyyar satıcılarıyla kadim ahi geleneğinin izlerini taşıyordu. Akşam namazında buluşmak üzere sözleşip şehri gezmeye çıktık. Önce bir kebapçıya gittik, Bosna kebabı istedik. İyi pişirilmiş lezzetli bir köfte ve ortası yarılmış geldi önümüze. Bizim İnegöl köftesine burada kebap diyorlar herhalde. İsimler kelimeler her ne kadar farklı olsa da burasıyla damak zevkimize kadar pek çok şeyimiz benziyor. Başçarşı’da Hüsrev Paşa Hanı’ndan Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ni andıran otantik bir kafeye girdik. İçerde devasa bakır ibriklerle rengârenk, desen desen halı ve kilimler vardı. Oturduk, sipariş verdiğimiz kahveler biraz sonra geldi. Kahveler küçük bakır cezve yanında kıtlama şeker yine bakır bir tepside geliyor. Zahit Abiyle elimizdeki tanıtım broşürünü rehber tayin edip şehri gezmeye çıkıyoruz. Çarşının içinden yeni yerleşim bölgelerine doğru adımlıyoruz. İlerde karşımıza büyük bir katedral çıktı. Normalde her biri diğerini kâfir ilan eden üç Hıristiyan mezhebi ilginçtir burayı birlikte kullanıyormuş. Edebiyat ve Tiyatro Müzesi’nin yanından geçerek tramvay yolu ve nehrin olduğu caddeye çıktık. Yeşil kubbeli, mabede benzeyen bir binanın yanından geçtik. Burası, günümüzde Güzel Sanatlar Fakültesi olarak kullanılıyormuş. Nehrin üzerindeki Eifel köprüsünden geçerek pek bir özelliğini göremediğim İskenderiye Merkezi’yle Ali Paşa Camii’ne uğradık. Aynı cadde üzerinde Eski Postane ve 1.Dünya Savaşı’nı başlatan suikastın olduğu yer vardı. Ardından Yedi Kardeşler türbesini aramaya koyulduk. Önce türbe sandığımız kubbeli bir yer Müzik Pavyonu çıktı. Yürümeye devam ettik. İmparator Camii’nin yanından geçerek nihayet türbeye ulaştık. İçeride yedi sanduka vardı. Türbe kapalı olduğundan burada yatanlar hakkında bilgi alamadık. Türbenin hemen yukarısında Aziz Anto Kilisesi ve onun karşısında Bosna’nın en ünlü şarap fabrikası mevcuttu. Önce kiliseye girdik. İçerde ellerinde elma olan Adem ve Havva tasvirleriyle Meryem’in kucağındaki İsa resimleri görünüyordu. Yolumuzun devamında uğradığımız yerlerden biri de Saraybosna’nın önemli sembollerinden inat eviydi. Evin hikâyesi şuymuş:

Bir yaşlı kadın, üzerinden yol geçecek olan evinin yıkılmasına – devletin tüm ısrarlarına rağmen – direnmiş ve inadı sayesinde kazanmış. Ev, bir inat abidesi olarak yol ortasında durmaya devam ediyor. Burası, dünyanın bütün inatçıları tarafından ömürde en az bir kez ziyaret edilmesi gereken bir yer. Onlara inatçılık konusunda umut, güç hatta ilham kaynağı olabilir. İnat etmese ev yıkılıp gidecek, ev de kadında unutulacaktı nitekim.

İnat evinin karşısındaki köprüden karşıya geçip tramvaya bindik. Tramvayda kimin para verip kimin vermediği belli değildi. Tramvay belediye binası, baş çarşı, Ortodoks kilisesi, katedral, Ali Paşa Cami duraklarından geçerek yolcularına güzel bir şehir turu yaptırıyor. Baş çarşıda ikindi namazını eda edip daha önce de uğradığımız kafeye girdik. Kahvelerimizi yudumladıktan sonra Borekdznıka adlı bir börekçide nefis Boşnak böreğini tatma imkânı bulduk. Akşam namazını Hüsrev Paşa Cami’nde kıldıktan sonra Cemalettin Latiç’le buluştuk. Latiç, cami ve yanındaki türbeler hakkında kısa bir bilgi verdi. Ardından kendisiyle Bosna Hersek üzerine kısa bir sohbet etmek üzere bir kafeye oturduk. Bu kısımlara daha önceki sayfalarda değinmiş olduğumdan bugünkü yazıyı burada sonlandırıyorum. Saat 02:00

Yarın, önce Saray Bosna’ya geçeceğiz. Akabinde saat 14:00 gibi uçağa binip İstanbul’a hareket edeceğiz.

SON GÜN

Bu sabah yine erken kalktık, kahvaltımızı yaptıktan sonra şehre hakim bir tepeden seyrettik Saraybosna’yı. Şu anda Başçarşı’da tarihi çeşmenin yanındaki bir kafede çay içiyoruz. Biraz da havaalanına geçeceğiz. Böylece 9 günlük Balkan seyahatimiz nihayete erdi.

İlk defa bu kadar uzun bir geziye katılmış oldu. Bu süre zarfında İstanbul’daki meşguliyetlerimden Türkiye’de olanlardan adeta soyutlandık. Bu bölümde gezi neticesinde edidiğim kanaatleri yazmaya çalışacağım.

Bu gezinin bana kazandırdırdığı en önemli şey insanların yaşantılarına, hadiselere, milletlere ve devletlere dünya ölçeğinde, küresel bir projeksiyonla bakabilme imkânı sunmasıydı. Her ülkenin kendine göre doğruları, kabulleri, hassasiyetleri, kültürü ve yaşantısı vardı. Her ülkenin sınırından geçtiğinizde yukarıda değindiğim unsurların yerelliğini ve sınırlılığını defalarca müşahede ettim. Bu vesileyle Türkiye’ye de dışarıdan, belki biraz da tepeden bakabildim. Gördüklerim, daha önce fark etmiş olduklarımdan çok başkaydı.

Türkiye’de Cumhuriyet rejimi, geleneksel sosyal ve kültürel yapıyı büyük ölçüde değiştirmiş. Balkanlarda ise Müslümanların kendilerini şöyle ya da böyle ait hissedebilecekleri bir siyasal yapı olmadığı için komünist rejimin ve diğer yönetimlerin batılılaştırma politikaları kısmen ters tepmiş, insanların dini bir kimlik olarak benimseyip, kültürel kodlarına sahip çıkmalarına sebep olmuş. Türkiye’den bakılınca görülemeyen bir husus da şu: Balkan coğrafyasında ortak geçmişe dayanan dini ve kültürel bağlar yaşanan birçok olumsuz gelişmeye rağmen hala mevcudiyetini koruyor. Buralarla kurulacak ekonomik, siyasi ve kültürel her türlü münasebet bu bağları canlandırabilir, dahası beklentilerin çok ötesinde neticeler doğurabilir. Balkanlarda komünizm sonrası değerler sisteminin ve entelektüel düzeydeki dünya görüşünün değişiminin ortaya çıkan boşluk gözlemlediğim kadarıyla hala doldurulabilmiş değil. Milliyetçilik ve okullarda anlatılan tarih bile sorgulanır hale gelmiş. Böyle bir boşluk, ideolojilerin teker teker iflas ettiği bir çağda, ancak İslam kültür ve medeniyet vizyonuna sahip, geçmişiyle barışık kimliğinin ve imkânlarının farkında olan bir Türkiye doldurabilir. Şu bilinmelidir ki: Bu kesinlikle hissiyata dayanan hayalperest bir yaklaşım değil; bilakis mevcut verilerin desteklediği, Türkiye’nin kendi menfaati için izlemesi gereken en realist politikadır. Aksi halde burası batılı hristiyan ve kapitalist misyonerler tarafından bir dönem daha ifsada ve nifaka sürüklenecektir. Bu çerçevede ortak tarihsel ve kültürel mirasa atıflar yapılmalı, akademik düzeydeki ilişkiler de geliştirilmelidir. Kısacası içinden geçtiğimiz süreç doğru okunup analiz edilmeli, çok geç olmadan fırsatlar değerlendirilmeli.

Gördüklerim ve hissettiklerimden yazıya dökebildiklerim bu kadar. İdeolojik düşünce ve yaklaşımlarımı hayatın gerçekleriyle mukayese etme, sorgulama ve temellendirme imkânı bulduğum bu seyahatle alakalı tuttuğum notları ihtiva eden gezi günlüğüm bu cümlelerle sona eriyor. Mazi bizimdi, istikbal de bizimdir, bizim olacaktır vesselam.


İçeriği Paylaş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.